Vakanüvis, Türk Tabipler Birliği'nin politik tutumunun tarihini kaleme aldı
TTB Başkanı Fincancı'nın TSK'yı kimyasal silah kullanmakla suçlamasının ardından tepkiler çığ gibi büyüdü. Vakanüvis, TTB'nin tarih boyunca sergilediği benzer tutumları kaleme aldı.
TTB’nin selefleri silah üzerine yemin etmişti
Vakanüvis
Türk Tabipleri Birliği Başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni kimyasal silah kullanmakla itham edişine yönelik tepkiler sürüyor.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “Bu namussuzluktur, ahlaksızlıktır” derken, 27 şehrin Tabip Odası Başkanı da Fincancı’nın istifasını istedi. Ve basına yansıyan daha pek çok da tepki var…
Peki, TTB neredeyse tüm tarihi boyunca neden hep buna benzer tutumlar sergiliyor, neden çok sık tepkilerin odağı haline geliyor?
TTB’deki bu yapısal / kurumsal / köklü duruşun kökeni nerelere uzanıyor olabilir?
Bakalım…
“Ah nolaydı Rousseau gibi bir lalam olaydı”
Osmanlı’nın yıkılış sürecinde Batılı fikirlere yönelen bir kısım okumuş, en çok pozitivizme meyletmişti. Peşpeşe gelen askeri yenilgiler, ekonomik sıkıntılar, ana gövdeden kopup giden topraklar, kendisine “aydın” diyenlerde bir aşağılık kompleksine yol açmıştı. Bu kesim, kendi değerlerini aşağı buluyor, Avrupa’nın her türlü fikrine ise kayıtsız şartsız bağlanıp, hayranlık duyuyordu.
Mesela, Jöntürk Ziya Paşa - ki aslı Ziyaeddindi ama kuvvetle muhtemel “dini tını”ya yer vermemek adına sadece Ziyayı kullanıyordu - bir keresinde, “Ah n’olaydı Rousseau gibi bir lala elinde büyüseydim” demişti.
Birçok şehirde valilik de yapan Ziya Paşa; tiyatroya çok önem veriyor, Fransızcadan piyesler çevirtip sahneye koyduruyordu.
“Pozitivizm Dini’nin İlmihali” Tıbbiyelilerin baş ucu kitabıydı
Ondört yaşındayken ailesine “athe” olduğunu açıklayan ,23 yaşında bir fahişeyle evlenen, dengesiz hareketlerinden dolayı akıl hastanesine kapatılan, Sen Nehrine atlayarak intihar girişiminde bulunan, âşık olduğu “pozitif bakire” Clotilde isimli kız veremden hayatını kaybettikten sonra ona 181 mektup yazan, ölümüne kadar da Clotilde’nin resminin bulunduğu masanın önünde her gün iki defa tapınmaya varan hareketlerle tören yapan – zaten bu törenlerin biri sırasında ölmüştü - Auguste Comte, Yeni Osmanlıların adeta piriydi.
Comte; babası İngiliz Ali Rıza ile sonradan Müslüman olmuş Avusturyalı bir hanımın çocuğu olan Ahmet Rıza’yı “Poztivizm Dini”nin – “İnsanlık Dini” de deniyordu - Türkiye temsilcisi yapmıştı.
Comte, temsilcisi Ahmet Rıza aracılığıyla Osmanlı okumuşlarına kolayca ulaşıyordu. Bu ismin hayranları artıyordu. Ziya Gökalp misal, “İnsanlık Dini” için şiir yazmıştı:
“Ben sen o yok biz varız / Hem tanrı hem kullarız / Biz demek bir demektir / Ben sen ona taparız.”
Comte Jöntürkler için, “Yenileşmiş Müslümanlar pozitif dine, Batılı havarilerden daha elverişliler” diyordu.
Tanzimat’ı getirişini övdüğü Reşit Paşa ile de mektuplaşan Auguste Comte, ayrıca “Pozitivist İlmihal”i kaleme almış, bu kitap Tıbbiye öğrencileri arasında elden ele dolaşır olmuştu.
Mac Farlane: Tıbbiye’de “Dinsizliğin El Kitabı” okunuyordu
Osmanlı idaresinin; ülkenin bilim ve teknolojide geri kalmışlığını azaltmak için peş peşe kurduğu modern okullar, buralarda okuyan gençler üzerinde ise tam ters bir etkiye yol açmıştı.
Yönetim; bu okullardan yetişenler ülkesine bağlı olacak, hizmet edecek diye umarken, öğrenciler Batının seküler ideolojilerine meyledecek, ülkesinden ve milletinin değerlerinden uzaklaşacaklardı; özellikle de Tıbbiye’de okuyanlar.
1847’de Tıbbiye’yi ziyaretine ilişkin müşahadelerini hayretle anlatan Avrupalı ziyaretçi Mac Farlane, okulun kütüphanesini görünce, “Çoktan beri, bu kadar düpedüz materyalizm kitaplarını toplayan bir koleksiyon görmemiştim. Genç bir Türk doktoru oturmuş, dinsizliğin el kitabı olan Baron d’Holbach’in Systéme de La Nature’ünü okuyordu. Raflar, Fransız devrimcilerinin, materyalistlerin kitaplarıyla doluydu.” diye yazmıştı.
Tıbbiyeliler, yönetimi devirme sevdasına kapılmışlardı
Ülkedeki ilk tıp cemiyeti 14 Şubat 1856’da “Türk Tıp Cemiyeti” adıyla kurulmuştu.
Bu oluşum, hekimleri ve tıp okuyanları bir araya getirme amacıyla kurulmuş olsa da fazla bir varlık gösteremmişti. Çünkü ne hekimler ne de hekimlik eğitimi alanlar kendi meslek örgütlerine gereken ilgiyi göstermiyordu. Onlar için varsa yoksa politika önemliydi. Çok sayıda doktor ama en çok da Tıbbiye öğrencileri, mesleklerini geliştirmek yerine ülkenin yönetimini değiştirme sevdasına kapılmışlardı.
Talebeler çoğu zaman derslere girmiyor, onun yerine iktidara gelirlerse ülkeyi nasıl yöneteceklerine dair ateşli tartışmalar yapıyorlardı. Türk Tabipleri Birliği tarafından hazırlanan tarihçede bile bu durum, “Türkiye’de hekimler örgütlülük içinde olmasalar da özgürlükler konusunda her zaman öncü olmuşlardır.” denilmekte.
Gemi azıya alanlar Fizan’a sürülmüştü
Bu güruhun önde gelen isimlerinden İshak Sükûti, İbrahim Temo, Abdullah Cevdet ve Çerkez Mehmed Reşid, 21 Mayıs 1889 tarihinde Askeri Tıbbiye'nin bahçesinde toplanıp, İttihat Terakki Cemiyeti’ni kurmuşlardı.
Gruba daha sonra Hüseyinzade Ali Bey, Konyalı Hikmet Emin Bey, Cevdet Osman, Kerim Sebatî, Mekkeli Sabri Bey, Selanikli Nazım Bey, Şerafettin Mağmumi, Giritli Şefik de katılmış, bunlar Edirnekapı’daki bir bağ evinde silah üzerine yemin ederek “II. Abdulhamit düzeni”ne son verme kararı almışlardı.
Tıbbiye’de meşru idareye karşı sık sık açık ya da gizli toplantılar yapıyorlardı. Öğrenciler bazen de devlet yöneticilerine karşı saygısızca tutumlar sergiliyorlardı. O devrin adetince, yoklama sırasında adını söyleyen öğrenci ardından “padişahım çok yaşa” derdi. Tıbbiyeliler ise ya bunu söylemiyor ya da “Padiaşhım baş aşağa” diye bağırıyordu.
II. Abdulhamit anılarında, hem Tıbbiyelileri hem de hocalarını kast ederek, “Meslekleri olan doktorlukla uğraşacakları yerde politika ile ama karmakarışık bir politika ile uğraşmaktalar” demişti.
Gelişmeleri uzun zaman sabırla sadece izlemekle yetinen Sultan II. Abdulhamit, Tıbbiyelilerin cüretlerini iyice arttırmaları üzerine nihayet harekete geçecekti. Artık öğrenciler takibata uğramaya başlamışlardı. Zaman zaman cezalandırmalar da devreye giriyordu.
1897 tarihinde “Sultan’a isyan edilmesi çağrısı” üzerine, Tıbbiyelilerin büyük bir bölümü Libya’daki yerleşim bölgelerinden biri olan Fizan’a sürülmüştü. İttihat ve Terakki zaman içerisinde, aynı devirde kurulmuş irili ufaklı diğer pek çok örgütle birleşerek Osmanlı coğrafyasının en güçlü teşkilatı haline gelmişti. Örgüt önce, 13 Nisan 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanını sağlamış, 27 Nisan 1908 yılında da II. Abdülhamit’i tahtan indirmeye muvaffak olmuştu. Kuruluşundan itibaren örgütü yakından takip eden İngiltere Dışişleri Bakanlığı Doğu Masası yetkililerinden George Kidston, 21 Aralık 1918 tarihli raporunda “Bu gizli yapının, Masonluğu İtalya’dan getiren ve Selanik Locasının başlıca kurucusu bulunan Carrasco (Karasu) ile çok sıkı ilişkisi olduğu bilinmektedir” demişti.
Batılı pek çok ülkenin istihbarat raporlarında da İTC için “Çetecilik yoluyla yönetimi ele geçiren ilk hareket” ifadelerine yer verilmişti.
Hekimler için örgütlenme yasası çıkartan Menderes’e de direnmişlerdi
Osmanlı Devleti yıkılıp Cumhuriyet kurulurken köklü bir yapıya sahip olmayan hekimler için harekete geçen ise Demokrat Parti iktidarı olmuştu. Başbakan Adnan Menderes, Türk hekimlerinin örgütlenmesi için bir yasa hazırlatmıştı.
6023 sayılı Türk Tabipleri Birliği Kanunu böyle bir ortamda 23 Ocak 1953 tarihinde yürürlüğe girmişti. Bu yasa; Türkiye sınırları içinde serbest veya resmi vazifeli asker sivil tabip ve diş tabiplerini içine alan bir yasaydı.
Yasanın 2. Maddesi TTB’yi, Tabip Odaları, Merkez Konseyi ve Yüksek Haysiyet Divanı ile Büyük Kongre’den oluşan hükmi şahsiyeti haiz bir teşekkül olarak tanımlıyordu. Bundan önce adı var kendi yok “Ettıba Odaları”, sektörde etkisiz eleman gibiydi. Bu odalar, kamu otoritesi nezdinde saygın bir muhatap gibi görülmüyordu.
Hekimler, yıllar yıllar sonra yasal güvenceyle bir kamu kuruluşu mahiyeti de taşıyan düzenlemeyi DP’ye ve Adnan Menderes’e borçluydu.
Ne var ki, muayene ve tedavi ücretlerinin giderek fahiş noktalara vardığını göre Adnan Menderes, doktor ücretlerine narh koyma girişiminde bulununca aynı TBB hemen isyan bayrağını açmıştı. Bu “direniş” TBB Tarihçesi’nde “TTB Merkez Konseyi Kurucu Başkanı Doç. Dr. Ahmet Rasim Onat 1953-1961 yılları arasında 8 yıl (4 dönem) TTB Başkanlığı yaptı, Menderes hükümetinin doktorları kısıtlayan narh kanununa başarıyla karşı koydu.” ifadeleriyle anlatılmaktaydı.
TTB ile 12 Mart darbecileri arasındaki “normalleşme”
TTB, 1970’lere gelindiğinde giderek sol bir çizgiyi benimsemeye başlayacak ancak bu kimliğine rağmen darbeci kesimlerle de ilişkileri normal seyredecek hatta normalden de daha hareketli hale gelinecekti.
1965’te başkanlığa seçilen Erdal Atabek’in devrinde, “demokratik kitle örgütü” TTB, demokrasiyi askıya alan darbecilerle herhangi bir sorun yaşamamıştı. Kurumun tarihçesinde cunta günleri için, “12 Mart sonrası oluşan gerginliğin azalmasıyla birlikte örgütte hareketlenme başlamıştı.” denilmekteydi.
Bu yıllarda TBB’nin sloganlarından bazıları şunlardı:
“1 Mayıs Yasaldır – Demokratik Üniversite - Silahlanmaya Hayır.”
Tıpkı Tıbbiyelilerin meslekleriyle direkt ilgili olmayan konularda kamuoyu önüne çıkmaları gibi 70 yıl sonraki ardılları da aynı anlayıştaydı. TTB sadece 12 Eylül darbesinde biraz takibata maruz kalmıştı.
12 Eylül darbesi sonrasında bazı odalar ve İstanbul Merkez Konseyi kapatılmış, tüm evraklarına da el konulmuştu. TBB yönetim ayrıca komünizmi yasaklayan 141 ve 142’ye muhalefetten Diyarbakır’da yargılanmıştı.
Tanıl Bora: Mesleğinizin sorunlarıyla ilgilenmiyor, sürekli negatif davranıyorsunuz
TTB Tarihçesi’nde, örgütle ilgili yıllar önce kaleme aldığı bir değerlendirme yazısına yer verilen yayıncı yazar Tanıl Bora örgütle ilgili olarak şu ifadeleri kullanmıştı:
“Türk Tabipleri Birliği'nin kendi yakın olduğu kamuoyunda ortaya koyabildiği güçlü imajın, politikaya uzak duran kamuoyunda izdüşümü yok, yansıması yok. Türk Tabipleri Birliği faaliyetiyle uğraşan, yönetiminde bulunan insanların hekimlikle ilişkilerinin çok şüpheli olduğu izleniminin çok yaygın olduğunu gözlüyorum. Söylemeye gerek yok, çok haksız bir kanı; fakat çok güçlü bir kanı. Pek çok insanda TTB hakkında; çok da hekimlikle alakası kalmamış, çok da hekimlik bilmeyen ve esasen politika yapan bir insanlar grubu izleniminin hala güçlü bir kökü olduğunu düşünüyorum. Politikaya ilgisiz pek çok tanıdığım hekim var. Onların gözünde de TTB, pek kendi alanlarıyla, meslekleriyle ilgisi olmayan işlerle uğraşan bir aksiyonerler grubu. Yine genel kamuoyunda, yani politikaya daha uzak kamuoyunda yaygın olduğunu gördüğüm önemli bir nokta, Türk Tabipler Birliği'nin tepkici, negatif bir kuruluş olduğu. Bir televizyon dizisinde bir kötü hekim tipi çizildiği zaman buna feveran eden, fakat toplumun sağlık sorunun da o kadar fazla duyarlı olmayan; üçlü reçete olayında büyük bir isyan koparabilen, fakat Yeşil Kart uygulaması vaadi konusunda ne dediği çok da belli olmayan, o konuda aynı enerji ile davranmayan bir kuruluş imajı. Mesleki imtiyazlarını, mesleki statüsünü muhafazaya çok yatkın, kesinlikle mesleki statükoculuğun bir örgütü imajı.”
- “Tarihe Giriş”, Türk Tabipleri Birliği, www.ttb.org.tr
- M. Sezai Berber, “Demokratik Kitle Örgütü Olarak Türk Tabipleri Birliği”, Türk Kütüphaneciliği Dergisi, C. 4, S. 23, 2009 - Erdal Atabek 1966-1984 Dönemi TTB Başkanı, “Nereden Nereye? Türk Tabipleri Birliği’nin Öyküsü”, istabip.org.tr
- Erol Özbilgen, “Pozitivizmin Kıskacında Türkiye”, Alternatif Üniversite Yayınları, İstanbul 1994 - Doç. Dr. Halis Ayhan, “Tanzimat Sonrası Din Eğitimi ve
Öğretimi”, Türkiye’de Din Eğitimi ve Öğretimi Sempozyumu Bildirileri, s. 216
Ensonhaber'i Google News'te takip edin.
Abone Ol