Ümit Yenişehirli yazdı: Eski devrin asayiş halleri
Ümit Yenişehirli, İstanbul'da son dönemde yaşanan asayiş olaylarından yola çıkarak 'geçmişteki İstanbul'u kaleme aldı.
Eski devrin asayiş halleri
Ümit Yenişehirli
Son dönemde şiddet, en geniş tabiriyle de asayiş olayları, sürekli gündemde. Sık sık iç acıtan, öfke seline yol açan bir asayiş olayı günlerce gündemde kalıyor.
Özellikle kadına yönelik şiddet olaylarında infial zirve yapmış durumda.
İSTANBUL ESKİDEN DE GÖZ ÖNÜNDEYDİ
Cinayet, tecavüz ve sair cinsel suçlar, kadına yönelik şiddet, hırsızlık ve daha pek çok asayiş probleminin en fazla görülüğü şehir ise elbette İstanbul.
Tarihi boyunca hem ülke hem de dünya çapında büyük şehir olan İstanbul’un geçmişinde de büyüklüğüyle mütenasip bir biçimde asayiş problemleri vardı, zaman zaman artış da gösteriyordu.
Prof. Dr. Mehmet Demi̇rtaş’ın, Belleten dergisinin Ağustos 2017 sayısında yer alan “XIX. Yüzyılın İlk Yarısında İstanbul’da Kamu Düzenini Bozan Gruplara Karşı Yürütülen Mücadele” başlıklı makalesinde, İstanbul’da 1800’li yıllarda asayişi sağlamak için yapılanlar anlatılıyor.
“SERSERİLERİN İSTANBUL'A GELMESİ ENGELLENİYORDU
İstanbul her zaman cazibe merkezi olduğu için dışarıdan gelişlere de her zaman açıktı. Devlet, sorunu daha başlangıçta çözebilmek amacıyla suç işleme potansiyeli olabileceklerin İstanbul’a gelmelerini engelliyordu.
Bulundukları yerlerde cinayet ve yaralama suçları işlemiş ya da etrafında serkeş, serseri, külhanbeyi, başıboş levend, soyguncu, yankesici, dilenci olarak bilinen ayak takımı, İstanbul’a elini kolunu sallayarak gelemiyordu.
Arşivlerde yer alan birçok vesikada, Anadolu’daki kimi şehirlerin yöneticilerine verilen talimat, “İstanbul’a gelmek üzere hazırlık yaptıkları yönünde haber alınan serserilerin bulundukları yerlerde tevkif edilmeleri” yönündeydi.
“FUKARA MÜDÜRÜ” DEVREDE
Taşra yöneticilerinden beklenen bir diğer performans da yörelerindeki dilencileri hem kendi şehirlerinde dilendirmemek hem de İstanbul’a gelmelerini önlemekti.
Bu çerçevede; yol tezkeresi bulunmayanların şehre sokulmaması ve kanunsuz yollarla barınanların belli aralıklarla yazımlarının yapılarak kayıt altına alınmaları ve memleketlerine gönderilmeleri, dilenciler için Cerr Kâğıdı (yardım toplama belgesi) bulundurma mecburiyeti de en yaygın tedbirlerdendi.
Alınan önlemlere rağmen dilenciler yine de İstanbul’a gelmeyi başarıyorlardı. Bir ara başkentte dilenci sayısı o kadar artmıştı ki, devlet bu sorunun çözülmesi için özel bir birim kurmuş, Süleyman Ağa isimli bir görevliyi de “Fukara Müdürü” olarak atamıştı.
HACI ADAYLARININ ARASINA KARIŞIP İSTANBUL'A GİRERLERDİ
Bu gayretlere rağmen, İstanbul’un “suç piyasası”ndan pay almak isteyenler yine de bir şekilde başkente girmenin yolunu bulmaktaydılar. Bu yöntemlerden biri, hac mevsimlerinde kutsal topraklara gitmek üzere yola çıkanları kullanmaktı.
Balkanlardan, Karadeniz kıyılarından hacca gidecek Müslümanlar, mübarek beldelerden saydıkları İstanbul’a da uğramayı adet edinmişlerdi. Bu kafilelerin arasına hacı adayı gibi karışan serseriler, ipsiz sapsızlar, Eminönü ya da Üsküdar'da gruptan ayrılıp izlerini kaybettirmeye çalışırlardı.
Hırsızlar arasında derviş kılığına girenler de oluyordu. Bunlar, halkın merhamet duygularını istismar ediyor, evlere alınıp, misafir edilirken de bir fırsatını bulup evdeki para, mücevher ve kıymetli eşyaları çalıp kaçıyorlardı. Bunlardan bazılarının gözü o kadar dönmüştü ki, hapse düşen “dervişlerden” biri, hapishanedeki görevlinin parasını bile çalmıştı.
Daha sonra paralar geri alınmak istenmişse de bir kısmı ne yapıldıysa bulunamamıştı. Kimi hırsızlar da birbirilerini soymaktaydı. Bu arada kimi asker kaçakları da medrese öğrencilerinin arasına karışıp izini kaybettirmeye çalışıyordu.
İTHAL SUÇLULARLA ŞİDDETİN DOZU ARTMIŞTI
İstanbul’da toplum hayatını tehdit edenlerin bir bölümü de ülke dışından gelenlerdi. Yabancı devlet vatandaşlarının kanunsuzlukları, zaman zaman kamu otoritelerini fazlasıyla uğraştırmaktaydı. Bunlarla birlikte “iş yapan” Ermeni ve Rum kabadayı çeteleri de asayişi bozmaktaydı.
Bu kişler; Avrupa’dan, Balkanlardan – Bazen de İran’dan - gelerek İstanbul’a ulaşır, kontrollerde, “Ticaret için geldik.” yalanıyla resmi görevlileri kandırmaya çalışırlardı. Bu çerçevede, Nemçe Devleti’nden gelen Hırvat asıllılar, hırsızlıklarını daha kolay yapabilmek için Osmanlı vatandaşı Karadağlılarla işbirliği yapıyorlardı. Bunlar çeteler oluşturuyor, sadece hırsızlıkla yetinmiyor, bağda bahçede başıboş dolaşıp, halkın huzurunu kaçırıp, güvenliğini tehdit ediyorlardı.
Geldikleri ülkelerde cinayet işleyen bir grup Hırvat, Sarıyer Bahçeköy taraflarında, adeta bir getto oluşturmuştu. Zaptiye kuvvetleri, birçok kez bunların mekânlarını basmış, sonunda hepsini toplayıp, bu iş için özel hazırlanan bir gemiye yerleştirip, Balkanlarda uygun bir yer götürülmelerini sağlamıştı.
YABANCI ELÇİLİKLER KATİLLERİ, HIRSIZLARI KORUYORDU
Bazı suçlular Batılı ülke vatandaşıyken, bazıları da Balkan milletlerinden olmalarına rağmen bir Batılı ülke vatandaşlığı alarak kendisini korunaklı kılmaya çalışıyordu. Osmanlı Hariciyesi’nden yetkililer, sık sık İstanbul’daki Batılı elçilikler tarafından korunmaya çalışılan adi suçlular için yabancı diplomatlarla görüşmeler yapmak zorunda kalıyordu.
Yabancı elçilerle yapılan görüşmelerde, Türk tarafınca ortaya konulan belgelerde, ilgili şahıslardan sık sık “Mukateleden hali olmayan” (Cinayet işleyen) ibaresi yer almasına rağmen, elçilikler suçluları korumak için yine de direniyorlardı.
HIRVATLARIN KADIN CİNAYETİ
Tarabya’da meydana gelen bir olayda, beş kişilik Hırvat bir grup, Tarabya’da yaşayan iki Hıristiyan kadının evine girmiş, evdeki eşya ve paraları çaldıktan sonra, kadınlardan birinin annesini de öldürmüşlerdi.
Hırvatlardan birinin Avusturya vatandaşı olması, sürece Avusturya Elçiliği’nin de girmesine yol açmıştı. Katillerden biri olan Avusturya vatandaşı, elçilik kançılaryasına alınarak güvenlik güçlerinin elinden kurtarılmaya çalışılmıştı.
Yine, İngiliz Elçiliği de vatandaşı olan bir hırsızı, bir süre elçilik binasında saklamıştı. Ancak Osmanlı yetkililerinin ısrarlı takibi sonucunda her iki isim de ülkelerinde yargılanmak şartıyla elçiliklerden alınıp, sınır dışı edilmişlerdi.
Bu arada Batılı elçilikler, normalde hakkında işlem yapamayacakları Osmanlı tebaasından Rumlar için de devreye girmeye başlamışlardı. İstanbul Kadısı, Gümrük Emini’ne verdiği bir emirle elçilikçe korunmaya çalışılan Moralı Rumlardan işsiz güçsüz ve serseri olanların toplanıp, kayıklarla önce İzmit’e, sonra da bir gemiyle Mora’ya gönderilmesini istemişti.
BEKÂR EVLERİ YIKTIRILDI, SARKINTILIK YAPANLAR İDAM EDİLDİ
İstanbul güvenlik güçlerini uğraştıran bir diğer konu da hamam külhanlarında yaşayan külhanbeyleri, Tersane’deki serkeş kalyoncular ile Galata, Tahtakale ve Üsküdar’daki hamal ve bekâr evleriydi.
Bu mekânlarda her türlü rezillik ve fuhşiyat vardı. Ayrıca bu serseri grupları zaman zaman, nedensizce ve hedef gözetmeksizin odaların pencerelerinden etrafa ateş ederlerdi.
Kimileri de yoldan geçen ehl-i namus hanımlara sarkıntılık ediyor, bazılarını zorla odalara götürüp, kirli emellerini gerçekleştiriyorlardı. Odalar pislikten dolayı salgın hastalıklara da yol açabiliyordu.
Zaman içerisinde işler iyice çığırından çıkınca, odaların yıktırılması kararı alınmıştı. 24 Temmuz 1811 tarihinde tam 130 bekâr odası yıkılmıştı. Odalar peş peşe yıkılırken, odaları terk etmek istemeyen kimi çete elebaşları ise anında idam edilmişti. İstanbul Şehreminliği, yeni bekâr odası yapımını da yasaklamıştı.
II. MAHMUT BOĞAZ YAMAKLARININ TAŞKINLIKLARINI GÖRÜNCE..
Devrin bir başka sorunu da normalde Boğazlar’da tabya ve kaleleri beklemeleri gereken Boğaz Yamaklarının, görev yerlerini bırakarak İstanbul’a gelmeleri olmuştu. III. Selim, IV. Mustafa devirleri ile II. Mahmut’un ilk saltanat yıllarında, yamaklar iyice gemi azıya almıştı. Boğaz Nazırı Süleyman Ağa’yı parçalayıp öldüren bu isyancı grup, İran’la savaş halinde olunmasına, Yunanistan’da da isyan çıkmasına rağmen ordudan firar etmişlerdi.
İstanbul’a gelen Boğaz Yamakları, şehirde cinayet de dahil pek çok suça karışmışlardı. II. Mahmut da tebdil-i kıyafet gezerken, yamakların taşkınlıklarına bire bir şahit olmuştu. Askeriyeden geldikleri için hepsinin silahlı olması durumu daha da zorlaştırıyordu. Olaylara Padişah da şahit olunca Boğaz Yamakları’na karşı sert uygulamalar peş peşe gelmişti. Yapılan operasyonlarla yamaklar yakalanmış, bazıları çatışmalarda öldürülmüş, elebaşları da seri bir biçimde idam edilmişti. İsyancıların geri kalanları ise kürek cezası ile kalebentliğe mahkûm edilmişti. Bunların kullandığı 200 civarında bekâr odası da bir gün içerisinde yıktırılmıştı.
İMAM, LONCA REİSİ, MUTEBER ZAT KEFALETLERİ
Suç işleyen ya da işleme potansiyeli olan gruplarla mücadele kapsamında başlatılan bir uygulama da “kefalet sistemi”ydi. Buna göre, İstanbul’a gelmek, yerleşmek isteyenler, şehirdeki muteber isimlerin kendilerine kefil olmasını sağlamak zorundaydılar. Hatta İstanbul içinde bir semtten başka bir semte taşınmak isteyenler de bu belgeyi temin etmek mecburiyetindeydi. Mahalle camisinin imamı, esnaftan biri, lonca reisi ya da muteber bir zatın yeni taşınacak kişi için devlet nezdinde kendisine kefil olması isteniyordu.
Bu kefalet alınabilirse ilgili kişi için “mürur belgesi” düzenleniyordu. Bu işlemleri takip için her mahalleye iki de “jurnal memuru” atanmıştı. Bunlar, olası usulsüz yerleşmeleri takip ve belli aralıklarla mahallenin sayımını yapmakla görevliydiler. Bir süre sonra kefalet usulü “kefalet-i müteselsile”ye (zincirleme kefalet) dönüştürülmüştü. Buna göre mahallelinin birbirine, muhtarın mahalleliye, imamın da muhtara kefil olması mecburiyeti getirilmişti.
MÜKERRER SUÇA AĞIR CEZA
İstanbul’da suç ve suçlularla mücadele kapsamında uygulamaya çalışılan bir yöntem de suç işlemeyi alışkanlık haline getirenlere ağır cezalar verilmesiydi. İlk kez suç işlemede nispeten düşük bir ceza veren adlî sistem, suçlunun ıslahını gözetmekteydi.
Ancak devletin bu iyi niyetli tutumuna beklenen karşılığı vermeyen ve cezası bitince yeniden suça karışanlara ise cezalar en üst sınırdan verilmekteydi. Dönemin suçla mücadele yöntemlerinden bir diğeri de hapis cezası alanların, cezalarının bitiminin ardından İstanbul dışına çıkartılmasıydı. Bazen de mahkûm, hapislik cezasının tamamını çekmek üzere Anadolu’daki bir cezaevine gönderilirdi.