Vakanüvis yazdı: Osmanlı’dan sonra bir daha gün yüzü görmeyen Lübnan

Vakanüvis, İsrail'in saldırılarına maruz kalan Lübnan'ın Osmanlı'dan sonra tersine dönen talihine ve tarihine değindi.

Ümit Yenişehirli, "Lübnan: Osmanlı’dan sonra bir daha gün yüzü görmedi" başlıklı yazısında, Hizbullah'ı bahane eden İsrail'in hedefi haline gelen Lübnan'ın tarihsel değişimini kaleme aldı:

İsrail'in soykırımcı saldırılarının son hedefi Lübnan oldu. İsrail, Gazze’deki saldırganlığına ilaveten Lübnan’da da – maalesef şimdilik – bini aşkın can kaybına yol açan saldırılara başladı. “Lübnan Devleti” bir kez daha, kendi adıyla gayet kısa olan tarihindeki istikrarsızlık, gözyaşı ve kan dolu yeni bir sayfanın eşiğinde.

400 YIL HUZURLU BİR BELDEYDİ

Lübnan olarak adlandırılan bölge, asırlar boyunca Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’in ortaya çıkıp kök saldığı bir coğrafyanın ya içinde ya da yakınında olması nedeniyle önemli bir yerdi. Bu özel durum, dinî ve mezhebi çeşitliliğe yol açmıştı. Lübnan’daki bir diğer özellik de Asur, Babil, Fenike, Arap, Süryani, Roma, Bizans, Moğol, Türk, Haçlı ve İranlılar gibi etnik farklılıkları da bünyesinde barındırmasıydı. Suriye ve Lübnan’dan oluşan bölge, Arapların tabiriyle “Eş-Şam”, 1516 yılında Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlı Devleti’ne katılmıştı. Dört yüz yıl süren bu dönemde özerk bir yapıya sahip olan Lübnan’da, tüm din ve kültürler, serbestçe ve çatışmasız bir biçimde varlığını sürdürebilmişti.

AYRILIKÇILAR BEKAA VADİSİ’NDE TOPLANIYORDU

Bölge, her ne kadar Osmanlı Devleti hâkimiyetinde huzurlu bir dönem geçirmişse de zaman zaman Lübnan ve Anti-Lübnan dağları arasında sıkışan zorlu coğrafyasının da etkisiyle başıbozukların, isyancıların kaçtığı bir yer de olmuştu. Lübnan’da çok fazla dağlık alan olması ve siyasi otoriteye uzaklık nedeniyle ayrılıkçı muhalif hareketler, özellikle de Bekaa Vadisi’nde – Yıllar sonra terör örgütü PKK’nın kampı da burada kurulacaktı - uygun ortam bulabilmekteydi. Yine de merkezî idare, bu isyan hareketlerini bir biçimde etkisiz kılmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflama döneminde girmesiyle ise bu yapılanmalar giderek artmıştı.

İKİLİK ÇIKARTTILAR, KARGAŞADAN BESLENDİLER

Zaman içerisinde öne çıkan iki dini grup olan Hıristiyan Katolik Maruniler ile Müslüman kesim içinde sayılan Dürziler, merkezî idarenin zayıflamasıyla birlikte çatışmacı bir pozisyona geçmişlerdi. Batılı devletler ise bu kaotik ortamı daha da karmaşık hale getirmek için çabalıyorlardı. 19. yüzyılda Fransa, İngiltere, Avusturya ve Rusya, kiliselerine mensup misyonerler vasıtasıyla Lübnan’daki Hıristiyanları kendi çizgilerine çekme gayreti içerisine girmişlerdi.

Osmanlı’nın, farklılıkları müsamahayla karşılayan istikrarlı yönetim tarzını geriletmek isteyen Batılı güçler, şekilci bir eşitlikçilikle yönetimde ve sosyal hayatta iki başlılığı körüklemeye başlamışlardı. Dürzi ve Marunilerin söz haklarının tanınması adı altında “Çifte Mutasarrıflık”, “Çifte Kaymakamlık” gibi uygulamalara geçilmişti. Zayıflayan Osmanlı idaresi ise bu taleplere kerhen de olsa olumlu cevap vermekteydi. Yine Batı’nın zorlamasıyla ilan edilen Tanzimat Fermanı da emperyalistlerin işini kolaylaştırmaktaydı.

Bu “ikilik” ise mezhepler arası çatışmaları daha da arttıracaktı. Ana akım İslam mezheplerinden olmamasına rağmen Batılıların “İslamî” renkler taşıdığını iddia ettikleri Dürziler, 1017 yılında “kendisini tanrı ilan eden” ve sonra “ortadan kaybolan” Fatımi devleti vezirlerinden Hamza bin Ali'nin kurduğu mezhebin üyeleriydiler. Hıristiyan Maruniler ise misyonerler üzerinden Avrupa ülkeleri eklemlenme ve bu vesileyle siyasi ve ekonomik kazanımlar elde etmeyi önceledikleri için kendilerine alan açmak amacıyla Dürziler ile Sünni Müslümanlara karşı giderek daha saldırgan hale gelmeye başlamışlardı. Ortam bir ara o kadar karışmıştı ki, Fransa İmparatoru III. Napolyon, Lübnan’a sefer yapmayı bile planlamıştı.

AMERİKAN KOLEJİ AYRILIKÇI GİZLİ ÖRGÜT KURDU

Oyuna sonradan katılan ABD ise 1875 yılında Beyrut’ta açtığı misyonerlik okuluyla çok yaygın ve hızlı bir Protestanlaştırma süreci başlatmıştı. Kısa sürede sayısı arttırılan okullarda öğrencilere yoğun bir İngilizce ve Amerikan yaşam biçimi eğitimi verilmekteydi. ABD’ye geziler düzenleme, iş imkânı sağlama gibi cazip organizasyonlarla özellikle Müslüman ve Dürzi kesimlere çengel atılmaktaydı. Bu süreçte Müslümanlar arasında irtidad vakaları görülmeye başlanmıştı. Protestan misyonerler aynı dönemde Dürzilerden de çok sayıda kişiyi Hıristiyan yapmışlardı.

MİSYONERLERİN “LAİKLEŞTİRME” ÇABALARI

Bütün bu karmaşık ortamda en fazla mağdur edilen, haklarını kullanmada gerileme yaşayan kesim ise Sünniler olmuştu. Günümüzdeki Beyrut Amerikan Üniversitesi’nin temelini oluşturan kolejde, misyonerler bir yandan yeni Hıristiyanlar kazanmaya çalışırken, diğer yandan da her şeye rağmen bu yaklaşıma tepki gösterenlere ise laiklik temelli eğitimle yaklaşıyorlardı. Amerikalılar aynı zamanda Osmanlı aleyhtarı gizli bir örgüt kurmuş, milliyetçi Araplar ile Dürzileri bu örgüt etrafında toplamışlardı. Misyonerler hem okuldaki eğitimlerde hem de örgüt içerisinde “laik bir Arap devleti” fikrini işlemekteydiler. Kolej yönetimi, örgütü silahlandırma konusunda da faaldi.

“BÜYÜK” LÜBNAN DEVLETİ KURULUYOR

İşte bu ortamda I. Cihan Harbi çıkmış, 1918 yılında da İngiliz ve Fransız kuvvetleri Lübnan’ı işgal etmişti. Savaş sonrası ise Paris Barış Konferansı’nda Maruni temsilcileri Fransa himayesi altında ayrı bir Lübnan Devleti fikrini savunmuşlardı. Ancak bölgenin henüz bağımsızlığa hazır olmadığı tezini ileri süren Fransa’nın bastırmasıyla San Remo Konferansı’nda Lübnan ve Suriye ile birlikte Fransa Manda yönetimi kurulmuş, ertesi yıl da Beyrut, Bekaa, Trablusşam, Sayda ve Sur’u da içine alan – sadece 10.452 km² yüz ölçümü - “Büyük Lübnan Devleti” ilan edilmişti. Lübnan Devleti’nin kuruluş· aşamasında, din ve mezheplerin bölgelere göre dağılımına göre; kuzeyde Maruni Hıristiyanlar, güneyde Dürzi ve Hıristiyanlar, kıyı kentlerde genelini Sünnilerin oluşturduğu Müslümanlar ve Hıristiyanlar ile Lübnan Dağlarının doğusu ve güneyindeki kırsal kesimde ise Şiiler bulunuyordu.

Emperyalistler; Osmanlı’nın parçalanmasında, bütün imparatorluk coğrafyasında öylesine kritik, hesaba kitaba dayalı bir “bölme” gerçekleştirmişlerdi ki, bu hesabî bölmeler sonucunda kısa sürede gruplar arası ihtilaflar iyice artmış, son tahlilde ise iç savaş başlamıştı. Lübnan’da da yapay düzenlemeler sonucunda bir kısım Arap gruplar ile Dürziler, Fransız manda idaresine karşı ayaklanmıştı. Bir süre sonra Fransa ile tekrar anlaşan Dürziler bu ülkeyle yakınlaşırken, Müslümanlar ile seküler Arap milliyetçileri ise daha çok İngiltere ve ABD yanlısı bir politika izlemeye başlamışlardı.

HEP ÇATIŞMA, HEP KAOS

Sonrasında ise Lübnan’daki çatışma ve iç savaş hemen hiç eksik olmayacaktı. Bunun yanında bölgede Arap Milliyetçiliği, Nasırizm, Komünizm, Falanjizm gibi ideolojik bölünmeler de başlamıştı. Bu arada, 1967 Arap - İsrail Savaşı sonrası Yaser Arafat önderliğindeki Filistin Kuruluş Örgütü Beyrut’ta kamplar kurmuştu.

İstikrarsızlık sürerken, 1975’te başlayıp 1990 yılına kadar devam eden Lübnan İç Savaşı’nda yaklaşık 150.000 kişi ölmüştü. Yine talihsiz coğrafyada, 1982 yılında İsrail ve Hıristiyan Falanjistlerin işbirliğinde Filistinli mülteci kampları olan Sabra Şatila’da sadece iki gün içinde 3500 Filistinli ve Lübnanlı yoksullar katledilmişti. Dönemin İsrail Savunma Bakanı Ariel Şaron, bu saldırı sonrası “Beyrut Kasabı” diye anılmaya başlayacaktı. İç savaşta Lübnan, 1976-2005 yılları arasında Suriye’nin, 1985-2000 arasında ise İsrail’in işgali altında kalmıştı. 1990’larda ise Hizbullah, Lübnan’daki önemli ideolojik ve silahlı merkezlerden biri olmuştu. Lübnan’ın son yıllarda maruz kaldığı en büyük saldırı ise Beyrut Limanı’nda 4 Ağustos 2020’de meydana gelmişti. Siloları hedef alan patlama; 235 kişinin ölümüne, yaklaşık 6 bin kişinin yaralanmasına, 300 bin kişinin de yerinden olmasına yol açmış, ülkenin tahıl stoğu da ancak bir ay yetecek seviyeye inmişti.

Sonuçta; Osmanlı’nın daha önce yönettiği pek çok yer gibi, Lübnan da 1900’lü yılların başından bugüne kadar, birkaç kısa dönem haricinde gün yüzü görmeyecekti. Lübnan, uzun yıllar boyunca suikastler (2005 yılındaki Başbakan Hariri suikasti de dahil), ekonomik çöküntü ve siyasi çalkantı yaşayıp durdu. Bu makus talih, bugün de devam ediyor.

_ Prof. Dr. Ahmet Bağlıoğlu, “Lübnan’ın Tarihsel Dokusu ve Yönetim Anlayışındaki Mezhebî Etkiler”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi C. 13, S. 1, Y. 2008

_ Prof. Dr. Olcay Özkaya, “Bir Orta - Doğu Buhranı Cebel-i Lübnan Olayları”, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C. 3, S. 5, Y. 2006.

Tarih Haberleri

  1. İstanbul Çekmeköy'de alkollü sürücünün yakınları saldırdı: 4 polis yaralandı
  2. Slovenya, İsrail'in Eurovision 2025'ten çıkarılmasını talep etti
  3. Kamerası olmayan ticari araçlar 1 Mart 2025 itibarıyla trafiğe çıkamayacak
Sonraki Haber