Ahmet Hakan’ın olayı bu; çok tartışılan bir isim olmak! “Polemik insanı değilim, açık konuşmayı seviyorum!” diye o kendi hayatını özetliyor aslında. Benim de işim bu, özellikle gündemde yer eden isimlerin biyografisini yazmak. Böylece onlar daha iyi tanıdığım insanlara dönüşebiliyorlar. Şimdi Ahmet Hakan’a bir adım daha yakın hissediyorum. Tarafgir olarak bir rengi olmayan gazeteci oluşunu, kendini her dönemin en kötü adamı olarak tanımlayışını, çocuk yanıyla kaybolduğu yolculukları sanırım şimdi daha iyi anlıyorum…
Bu biyografiyi yazmama vesile olan olayı hepiniz biliyorsunuz. Evet, Ahmet Hakan, Hürriyet gazetesinin yeni Genel Yayın Yönetmeni oldu. Hal böyle olunca yine çok konuşuldu. Belli ki konuşulmaya da devam edecek. Meraklısının bilgisine, bakalım Ahmet Hakan çocukluktan bugüne nasıl bir hayat yaşamış…
(Ağrı Doğu Beyazıt - Kazım Karabekir İlkokulu 2B sınıfı öğrencisi Ahmet)
Çocukluğu
Ahmet, 11 Ağustos 1967’de, Yozgat’ta, Vesile Hanım ve Hamdi Bey’in oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona, “Ahmet Hakan Coşkun” adını verdi. Ailesi Yozgatlı idi. Ancak Ahmet’in çocukluğu Ağrı, Çanakkale, Amasya, Balıkesir gibi değişik şehirlerde geçecekti. Çünkü babası Hamdi Bey bir müftüydü ve memuriyeti gereği şehir şehir gezmeleri gerekiyordu. Belki de gözlem gücünü işte bunca farklı kültürü barındıran şehirlere giderken, yaşarken, taşınırken fark edecekti. Silivri Eski Müftülerinden olan babacığı Hamdi Bey’in, oğluna bıraktığı en büyük miras, belki de mesleğinin bu yansımalarıydı.
Ahmet, başarılı bir öğrenciydi ve bunun yanında sporla da ilgilenmek istiyordu. Aslına bakılırsa hayali bir Bruce Lee olmaktı ve bundan sebep Milli Türk Talebe Birliği ve Akıncılar’da karate kursuna yazıldı. Ne yazık ki kuşakta renk değiştiremeyecek, Bruce Lee olamamak yıkılmış çocuk hayallerinden biri oluverecekti. Çünkü “Senden bir numara olmaz.” deyip göndermişlerdi çocuk Hakan’ı. Belki gücünü fiziksel olarak göstereceği bir alan bulamamıştı. Olsun, çözecekti zamanla; onun içindeki gücü gösterme şekli, bir gün yaşam şekliyle bütünleşecekti elbet.
Kitaplara, özellikle edebiyata pek meraklı bir çocuktu Hakan ve ilk gençliğinden başlayarak hep bir şeyler yapması gerektiğini düşündü. Lise sıralarındayken Mavera dergisine abone olmuştu. Okumak, ufkunu açıyordu. Üniversitedeyken de hikâyeler yazmaya başladı. Hatta bunlardan birkaçı Yedi İklim dergisinde yayınlandı. Yine de yıllar sonra bir röportajında edebiyatta eksik kalan yanı, Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı geç keşfedişine hayıflanmadan edemeyecekti. Kendisine yöneltilen, “Çocuğuna ilk tavsiye edeceğin kitap?” sorusunu, “Ben geç keşfettim, o geç kalmasın diye…” yanıtlayacaktı…
Sonra okumanın yanında film izlemeyi de çok sevmişti, sevecekti. Örneğin, Kemal Sunal klasiklerinden Salako ve Davaro’yu izlediğinde ilk gençliğini yaşıyordu. Yıllar sonra yine aynı röportajda, “Övünmek gibi olmasın; ama ben bu iki filmi de vizyona girdiğinde sinemada izlemiş adamım...” diye anacaktı. Ruhu çocuktu, kendi çocuktu. İtişe kakışa sinemaya girişlerini, sürekli kıkırdayışlarını hatırlayacaktı. Sonra bir gün, artık çocukluğundan uzaklarda bir yerde, bu filmleri televizyonda izlediği dönemlerde sevecekti asıl. Çocukluğuna bir selam gönderip her seferinde, uzun bir zaman terapi aracı olarak görecekti…
(Yıl 1988 - "Kahrolsun İsrail!" diye slogan atarken)
Eğitim hayatı
Çocukluğunu Ağrı, Çanakkale, Amasya, Balıkesir’de geçiren Ahmet, eğitim hayatını da bu şehirlerde başlatmış oldu. Lise eğitimini İstanbul’da, İmam Hatip Lisesi’nde aldı. Kur’an notu 10’du. Çünkü zaten liseye başlamadan önce de bir yıl ünlü hafızlar yetiştirmesiyle meşhur İsmailağa’ya bağlı Yeşil Camii Kur’an Kursu’a gitmişti. Bu kursta “Reisül Kurra” diye anılan âlimlerden Mehmet Aşıkkutlu’nun, Ahmet’i dinlemişliği dahi vardı. Tecvidi, kıraatı sağlamdı. Hal böyle olunca lisede de Kur’an dersi hep 10’du işte.
Lise eğitiminin ardından üniversite için de İlahiyat Fakültesi’ni tercih etti. Bursa’da, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde bir süre okuduktan sonra İstanbul’a geldi ve eğitimine burada devam etti. Ancak, iş hayatında onu bambaşka bir alan bekliyordu…
(İskele Sancak programından)
Haberciliğe atılan ilk adımdan bu yana
Ahmet Hakan, Büyükçekmece Hürbakış Yerel Gazetesi’nde bir süre Genel Yayın Yönetmenliği ve Haber Müdürlüğü yaptı. 1993-1994 yıllarında TGRT’de muhabir olarak çalışmaya başladı. Üniversiteye başlarken attığı adımlardan uzaklarda bir alanda kendini bulmaya çalışıyordu. TGRT’de, “Yankı” adlı bir haber programı yapan ekibe dahil olmuştu. Ardından Kanal 7 kurulurken Genel Müdürü Mustafa Çelik ile iletişim kurarak kadroya alındı. Burada da yine bir süre muhabir olarak çalıştıktan sonra 1995-2003 yılları arasında Kanal 7 Televizyonu Haber Müdürlüğü ve Ana Haber Spikerliği görevlerini üstlendi. Ayrıca yine Kanal 7’de yayınlanan “İskele Sancak” adlı programı yaptı ve daha sonra bazı bölümlerini de kitaplaştırdı. Kanal 7’den, 2004’te istifa etti.
Televizyon dünyasının yanında köşe yazarlığı yapmaya da Yeni Şafak gazetesinde başlamıştı. Ardından Sabah gazetesi, derken 2011’de Hürriyet’e geçti. Ayrıca 20 Eylül 2005’te, CNN Türk’te “Tarafsız Bölge” adlı programa başladı. 16 Ocak 2017’de ise, Kanal D Ana Haber Bülteni’ni sunmaya başlayan Ahmet Hakan, aynı zamanda Kanal D Haber Dairesi Başkanlığı görevini de aldı.
(Necmettin Erbakan'ın evinde yapılan röportajdan)
Meşhur beyaz çorabın sıra dışı hikâyesi
28 Haziran 1996, Necmettin Erbakan’ın başbakanlığının ilk günüydü. Hakan'ın da televizyonculuğunun ilk dönemiydi ve Erbakan’ın evinde bir röportaj yapıyorlardı. Hakan da o gün beyaz çorap giymiş. İşte bütün mesele o. Aradan zaman geçip de daha çok tanınır oldukça da bu beyaz çorap konusu sürekli gündeme geldi.
Nazlı Ilıcak’a verdiği bir röportajda bu beyaz çorap hikâyesi açıldığında Ahmet Hakan, basitçe durumu açıkladıktan sonra şunları da ekliyordu:
“Mesela şimdi şöyle oluyor. İktidar yanlısı bir köşe yazarı diyelim ki, benle bir polemiğe ya da biri fikir tartışmasına giriyor. Ona yönelttiğim eleştiriye bir cevap vermek yerine, '“Hadi oradan İmam Hatipli!' diyecek; ama birden Başbakan’ın da İmam Hatipli olduğu aklına geliyor, orada duruyor. Beyaz çoraptan filan girmeye çalışıyor.”
Bir diğer hadise, dalak mevzu
2009’da da Ahmet Hakan ile ilgili bir başka hadise söz konusu oldu. Askere gitmemek için dalağını aldırdığı söyleniyordu. Ahmet Hakan, önce 21 Mayıs 2009’da, Hürriyet’teki köşesinde “Kendimi ihbar ediyorum” adını verdiği yazısında konu ile ilgili dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’a seslendi.
Dalak konusu da artık beyaz çorap hadisesi gibi magazinsel bir hal almıştı. Ahmet Hakan, 26 Mart 2011’de de “‘İmamın Ordusu’ ile ilgili netameli notlar” başlıklı bir yazı daha yazdı. Bu yazıda kullandığı bir ara başlık da “Ne dalakmış ama” oldu. Bu ara başlıkta dalak ile ilgili hadise için şunları söylüyordu Ahmet Hakan:
“'Bu kadar da iftira olmaz' dedim, yalanladım, aldırış eden olmadı.
Kendi hakkımda suç duyurusunda bulundum, kimse tınmadı.
Genelkurmay’a başvurdum, 'Askerlik durumunuzla ilgili bir sorun yoktur' diye resmi bir cevap dışında bir şey çıkmadı.
Bu konuyu yazıp çizenleri mahkemeye verdim, bazı davaları kazandım, bazıları devam ediyor.
Bütün bunlara rağmen...
Magazin figürlerinden köşe yazarlarına, siyasetçilerden siyasetçi adaylarına...
Hakkında kalem oynattığım kim varsa...
Azıcık başları sıkıştığında hemen kaleme sarılıp, 'Sen askere gitmemek için dalağını aldırdın' diye iftirayı boca ediyorlar.
Mukaddesatçısından lümpenine, 28 Şubatçısından ileri demokrasiciye, Vakitçisinden Sabahçısına, Reha’sından Şamil’ine, ateistinden müminine...
Söz konusu olan Ahmet Hakan olunca, hemen bir “dalak ittifakı” oluşturuveriyorlar.
'Ne dalakmış be' diyorum, başka da bir şey demiyorum.”
Yıllarca dillere pelesenk olacak bu hadiseler, 2015’te verdiği bir röportajda yine soru olarak karşısına çıkacaktı: “Dalağın, çorabının rengi, sık değiştirdiğin sevgililerin haricinde malzeme edilecek başka bir özelliğin var mı?” diyordu soru.
Ahmet Hakan, “Sanırım yok. Olsaydı kesin malzeme yaparlardı. Dön dolaş hep aynı terane: Beyaz çorap, dalak... Beyaz çorap, dalak... Ben sıkıldım, yazanlar sıkılmadı arkadaş.” şeklinde yanıtlayacaktı bu soruyu…
(Fotoğraf, Koray Kasap tarafından çekilmiştir.)
Hürriyet’e geçtikten sonra
Ahmet Hakan, Kanal 7’den ayrılarak Hürriyet’e geçtiğinde oldukça eleştiri aldı. Birçok kişiye göre bu geçiş bir döneklikti. Bunun üzerine verdiği röportajda Ahmet Hakan, kendisine yöneltilen “… Türkiye’deki her kesim tarafından bilinir olmanız hangi dönemde olmuştur?” sorusunu şöyle yanıtlıyordu:
“Kanal 7'de zaten değişik kesimler tarafından takip edilen bir iş yapıyordum. Çünkü biliyorsunuz, o dönem Kanal 7 haberleri köşeye sıkıştırılmış bir kesimin sesi halindeydi. Bir anlamda, onun dışında da o sesi çıkaran başka bir yayın organı yoktu. O, biricikliği ve davasını da güzel bir şekilde savunuyor olması nedeniyle, bütün kesimler tarafından takip ediliyordu. İslami kesim, daha ilgiyle takip ediyordu ama diğer kesimlerin de kayıtsız kaldıklarını söyleyemem. Dolayısıyla kişisel olarak bilinirlik açısından bakarsak, bunun orada başladığını düşünüyorum. Zaten oradaki temel olmasaydı başka alanlarda da mesela; Hürriyet'te, Sabah'ta da o çıkışı sürdüremezdim. Temel o dönemdir.”
Evet, Ahmet Hakan gerçekten radikal bir karar vermişti. Pek tabii çok fazla risk almıştı. Çünkü kendisi gibi İslamcı kimliği olan kurumlarda çalışan isimler, farklı medya kuruluşlarında çalışmaya başladığında onun kadar şanslı olmayabiliyordu. Ahmet Hakan bu noktada başarısını, onlara göre daha dikkat çekici olmasına bağlıyordu. Çünkü içinden çıktığı camianın yanlışlarına işaret eden bir çizgi tutturmuştu ve giderek o camiayla arasına bir mesafe koyduğunu neredeyse net bir şekilde hissettiriyordu. Aslında bu durumu Kanal 7 içinde çalışırken de fark ediyordu; ama döneminin şartları ile kurmak istediği bu mesafeyi hissettirmek için biraz zamana ihtiyaç duymuştu. İslami camianın yayıncılık tarihinin televizyonda neredeyse Kanal 7 ile başladığının bilincindeydi ve durum mesafesini aslında kendiliğinde oluşturuyordu. Sadece o zaman hissettiği, çokça dile dökmediği bir şeydi. O zaman mücadele vermesi gerektiğinin farkındaydı. Ancak sonra bunların bir anlamının kalmadığı zamanlar geldi. Mesafe koymanın da misyon yüklemenin de savunuculuk yapmanın da bir anlamı kalmamıştı işte. Çünkü Türkiye’de medya köklü bir değişimin girdabındaydı ve Ahmet Hakan da kendi yolunu çizmesi gerektiğine karar verdi. “Ben, böyle bir misyon gazetecisi, belli bir davanın gazetecisi olmaktan çıkıp daha mesafeli bir gazetecilik anlayışına sahip olmalıyım.” diyordu. İşte hayatını dönüştürdüğü yolculuğu böyle başladı…
Röportajda gelen “… Tam tersi bir yerden hayata başlamış olsaydınız, belli bir dönem, belli okumaların nihayetinde yine aynı şekil mesafe koyma ihtiyacı hâsıl olur muydu veya sizde böyle bir şey yine ortaya çıkar mıydı? Bu durum, böyle bir camia içerisinde olmanın getirdiği bir sonuç mu sizin açınızdan?” sorusunu ise şöyle yanıtlıyordu:
“Hiç alakası yok, anladım ne demek istediğinizi ve hiç yok ilgisi yok. Ben Müslüman camiada bulundum, bu insanlardan da artık çok sıkıldım bırakıyorum bunların peşini filan gibi bir niyetle olan bir şey değil bu. Her toplumsal yapıların ideolojik yapıları, kendine özgü sorunları var. Kendine özgü olumlu tarafları var, olumsuz tarafları var. Ben sadece bir camiasızlık içine girmek istedim, hepsine karşı eşit derken düşünce açısından değildi. Genel olarak irtibat kurma açısından, habercilik açısından, gazetecilik açısındandı. Yoksa ben düşünsel bir şeyden bahsetmiyorum ya da hayat tarzıyla ilgili bir şeyden bahsetmiyorum. Ben gazeteciyim, Hasan Cemal'i nasıl bir yere oturtmuyorsan beni de bir yere oturtma kardeşim diyorum. Öyle büyük laflar etmiyorum. Yoksa yani orayı bıraktım, başka bir camiaya geçtim değil. Ben eğer CHP'li bir ailede doğsaydım ve CHP'li olsaydım şimdi bugün için belki o camiayı da bırakır kendime daha korunaklı bir alan seçerdim.”
Aslında o kendini her zaman sağcılıktan uzakta bir siyasi atmosferde yaşarken bulmuştu. Kendini “İslamcı” olarak tanımlayan bir ailede büyümüştü, evet; ama onlar asla “Sağcıyız!” dememişlerdi. İslam’ın eşittir sağcılık olduğu algısından uzaktaydı ailesi. Ahmet Hakan’ın ailesine göre, sağcılar kapitalistti; öyleyse bu durumun İslam ile bir ilgisi yoktu. Solcular da sosyalist, komünist olduğuna göre bu durumun da İslam ile bir ilgisi olamazdı. Onlar üçüncü bir yola girip Milli Selamet Partisi’ni benimsemişlerdi…
Ve Ahmet Hakan, ancak 37 yaşına geldiğinde, “Ben, solcu Müslüman’ım!” diyebilmişti…
(Kedisi Sekter ile)
Saldırıya uğradı
Takvimler 9 Eylül 2015’i gösteriyordu. Cem Küçük, Star Gazetesi’ndeki köşesinde Ahmet Hakan’a, “Şizofreni hastaları gibi hala kendini Hürriyet'in Türkiye'yi yönettiği günlerde zannediyorsun. İstersek seni sinek gibi ezeriz. Bugüne kadar merhamet ettik de hala hayatta kalabiliyorsun!” sözleriyle açık bir tehdit savurmuştu. Ahmet Hakan, Cem Küçük’e aynı gün dava açtı…
Tabii bu tehdit karşısında sessiz kalınmadı. Yeni Şafak Gazetesi yazarı Abdulkadir Selvi de köşesinde “Bunlar doğru şeyler değil. Türkiye ve AK Parti bunu hak etmiyor.” şeklinde eleştirdi. CHP Milletvekili Eren Erdem, TBMM Başkanlığı’na olayla ilgili soru önergesi verdi. Çağdaş Gazeteciler Derneği Başkanı Ahmet Abakay ise, “Hrant çok sayıda tehdit aldıktan sonra öldürüldü. Metin Göktepe de aynı şekilde. Bu tür cinayetler böyle başlıyor.” demişti. Daha pek çok gazeteci ile Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Basın Konseyi gibi kuruluşlar saldırıyı kınıyordu…
Çok zaman geçmemişti ki, 1 Ekim’de, Ahmet Hakan, evinin önünde dört kişinin saldırısına uğradığında burnu ve kaburgası kırıldı…
Saldırıdan sonra
Ahmet Hakan, saldırıdan sonra ilk röportajını kasım ayında verdi. İlk sorulardan biri de “Kavgacı ve gıcık olduğunu kabul ediyor musun?” idi. Ahmet Hakan, bu soruyu şöyle cevapladı:
“Söylenmesi gereken her şeyi söylediğim için kavgacıysam, evet kavgacı olduğumu kabul ediyorum. Söylenmesi gereken her şeyi en kıl biçimde ifade ettiğim için gıcıksam, yine evet kabul ediyorum gıcığım. Ama bu ikisi dışında asla kavgacı ve gıcık değilim. Özünde iyi bir insanım. Ama son tahlilde... Gerçi en son tahlilde Melih Gökçek için bile ‘iyi insan’ diyebiliriz ama olsun... Tanısan seversin yani.”
İnsanlarla neden uğraştığı sorulduğunda ise mesleğini hatırlatıyordu. “Büyük insanlar fikirlerle, orta insanlar olaylarla, küçük insanlar kişilerle uğraşır.” sözünden yola çıkarak “Ben bir küçük insanım.” diyordu. Gazeteciler de hep insanlarla ilgilendiğine göre, “Mesleğim de aslında küçük insanların yapabileceği bir meslek… Gazetecilik bir tür kişilerle uğraşma sanatıdır.” cümlesini kurabilirdi. Nitekim kuruyordu da. Ona göre Mevla, onun kaderini böyle çizmişti ve ne yaparsın işte, kaderden kaçılmıyordu…
Yaşanan darp olayının ardından bir de korkup hükümete yakın olmakla suçlanmıştı. 2017’de verdiği bir röportajda bu durum kendisine hatırlatıldığında, Ahmet Hakan şunları söyledi:
“Bunu daha net anlatmak için zaman çizelgesi yapmak lazım ama çok üşeniyorum. Mesela 7 Haziran’dan önce 'HDP’yi önemsiyorum' dedim. Yüksek oy alsınlar, PKK’dan kendilerini ayırsınlar diye düşünüyordum. 7 Haziran’dan sonra PKK durup dururken terör eylemlerine başladı. Biz de HDP’ye 'Bunlara bir şey deyin' dedik. HDP’li troller yumuşamakla suçladı. Ne yapsaydım yani? Ne güzel öldürüyorsunuz mu deseydim?”
(Aydın Boysan ile)
Her dönemin en kötü adamı
Ana Haber Sunuculuğu, tartışma programları derken Ahmet Hakan sürekli siyasetin içinde olan bir isim haline geldi. Siyasetçi değildi; ama işi gereği bu konuda bilgilenmesi, düşünmesi ve düşüncelerini paylaşması gerekiyordu. Düşündükten sonra da karar vermişti ki, kimin hatası varsa söylemeli, yaptığı iyi şeyi övmeliydi. Bunun partisi, iktidarı, muhalefeti olmamalıydı.
Hal böyle olunca, herkesin bir siyasi taraf tutmasının gerekliliği üzerine ilerleyen yaşantımızda Ahmet Hakan, kafa karışıklığı yaratıyordu. “Siyasi kavramlar, bir insanı tek başına anlatmaya her zaman yetmez.” düşüncesindeydi. 2017’de verdiği bir röportajda kendisine yöneltilen “… Nedir siyasi görüşünüz?” sorusunu yanıtlarken kendini her dönemin en kötü adamı olarak tanımlıyordu.
Soruya tam olarak şu cevabı vermişti: “Demokrat, vicdanlı, özgürlükçü ve liberal bir insan olmaya çalışıyorum. Bu tip tanımlarla insanın kendini ifade etmesi zor. Gazeteciliğe başlayalı 20 yıl oldu. İlk yıllarımda o zamanın egemenleri, benim çalıştığım yayın organının karşısındaydı. Sonra benim savunduklarım iktidara geldi, ben yine mevcut iktidarın nimetlerinden yararlanan bir gazeteci olmadım. Tam karşılarında kendimi konumlandırmamış olsam da, -istesem tam yanlarında konumlandırabilecekken- yapmadım. Gazetecilik yaptığım süre içerisinde dört cumhurbaşkanı gördüm. Ama hiçbir zaman Çankaya Köşkü’ne davet edilmedim. Dolayısıyla ben her dönemin adamı değilim. Her dönemin en kötü adamıyım!”
Daha evveline gidersek 2015’te verdiği bir röportajda da, “Niye bu kadar kolay adam satmaca oynuyorsun?” diye sorulduğunda “Ben günlük siyaset yazıyorum.” demişti. Yani siyasi isim kim olursa olsun çok zekice bir adım atıyorsa övüyor, yapamıyorsa eleştiriyordu. Devlet Bahçeli için de geçerliydi bu durum, Kemal Kılıçdaroğlu için de… Siyasi ismin bir önemi yoktu. Buna adam satma deniyorsa, evet kabul ediyordu Ahmet Hakan; adam satıyordu. Hem ona göre zaten hakiki gazeteciler adam satarlardı. Satmak ya da almak gibi tabirlerden uzak kalarak siyasilerle ilişkiler kurulmalıydı. En azından kendisi böyle yapıyordu. O 40 yıl aynı kişiyi övemez ya da yeremezdi. Kimseye söz vermemeli, kimsenin adamı olmamalıydı. Bunu amaçlıyordu. Bu soru aracılığıyla siyasilere de sesleniyordu ayrıca: “Sakın bana güvenmeyin, anında satarım!”
Kanal D Ana Haber Sunuculuğu dönemi
Ahmet Hakan, 2017’de, 13 yıl aradan sonra tekrar Ana Haber sunmaya başlıyordu. Üstelik Kanal D’de bu göreve başlarken aynı zamanda hafta içi her gün bir tartışma programı sunuyor ve köşe yazılarına da devam ediyordu. Bu haberin ardından verdiği bir röportajda, “… Neden bu işi kabul ettiniz?” sorusunu, “Artık Türkiye’de büyük bir cepheleşme olduğu için tartışma programlarının pek tadı tuzu kalmadı. Ezber bozma yok, söylenenler belli... Bu cenderenin içinden sıyrılmak istiyordum. Haber sunma teklifi benim için fırsat oldu.” şeklinde yanıtlıyordu.
Türkiye’de söz konusu habercilik olduğunda bir kutuplaşma ve bu kutuplaşamaya yol açan pek çok etken olduğunu düşünüyordu. Söz ettiği şu cendereden kurtulmanın da bir yolu yok gibi geliyordu. Onun için yapacağı bu işte doğruya doğru, eğriye eğri denilecek bir alan sunmayı hedefliyordu. Herkesin kendi cephesinden birbirine ateş ettiğini açıkça gördüğü alanda o, bu cepheleşmenin dışında kalacak ve her akşam insanlara nefes alacakları bir alan sunacaktı. Önyargı olmadan, yaşam tarzlarına saygı duyulan bir alan…
Tüm bu düşüncelerin yanında gerçekten de her şeyi bir arada yapması gerekiyordu. Burada da özel hayatında pek beceremese de, iş konusunda disiplinli olmasına güveniyordu. Disiplinli olursa neden başaramasındı!
Tarafgir anlamda bir rengi olmayan gazeteci
Ahmet Hakan, yine bir röportajında gazetecilik anlayışını, gündelik yaşamını, kendisini işinde besleyen hobilerini anlatıyordu. Bir kere disiplin iş yaşamının vazgeçilmeziydi ve gün erken başlamalıydı. Her sabah 06.00’da uyanıyor ve her gece 22.30’da uykuya dalıyordu. Okuduğu her kitaptan, izlediği her filmden, her dost sohbetinden mutlaka yazacağı bir şeyler çıkarıyordu. Bu anlardan düzenli notlar alıyor ve her sabah güne bu notları gözden geçirerek başlıyordu. Böylece neler yazacağına karar veriyordu.
Güne başlama ritüellerinden biri de elbette gazeteleri ve internet sitelerini şöyle bir taramak oluyordu. Dış basının haberlerini de ihmal etmiyor, en çok hafta sonu eklerini okumayı seviyordu. İnsanlarla tanışıp ettiği sohbetlerin yanında magazin de onu yazma konusunda besliyordu. Bunlardan başka yerli yabancı diziler de izliyordu…
Gündemin konusu ne olursa olsun insanların birbirine sağır olması, diyalog değil monolog şeklinde bir iletişimsizlikle yaşanması onu en çok rahatsız eden şeydi. Ona göre rengini belli etmek anlamsızdı. Ne yani illa bir renge bürünüp tarafına mı çekilmeliydi insan? Hem tek bir renkle bir ömür nasıl yaşanırdı, bunu anlayamıyordu. İşte bundan sebep, Ahmet Hakan’ın tarafgir anlamda bir rengi yoktu. Çünkü o bir gazeteci ve bir gözlemciydi. Bir renk seçmek zorunda da değildi. Gerektiğinde eleştirip, gerektiğinde alkışlayabilirdi. Hepsi bu! Hem ona göre gazetecilik, çok ileri gitme sanatıydı. Kendine hep “Çok mu ileri gittik?” diye sormak yerine, “Yeterince ileri gidemedik mi acaba?” diye sormayı tercih ediyor, sınırlarının ufkunu genişletmesine izin veriyordu…
Bunlar yanında bir de çok saçma olsa da bırakamadığı alışkanlıkları vardı. Mesela en sıkıcı filmleri bile sonuna kadar izler, günde en az 10 kahve içmezse o günü yaşanmış saymazdı. Aksi olurdu bir kere! Beyaz çikolatalı dondurmanın tadına da en az kötü romanlar okumaya bayıldığı kadar bayılıyordu…
(Ara Güler ile)
Atatürk üzerine
Ahmet Hakan, Atatürk ile ilgili yazdığı bir yazıda şu cümlelere yer vermişti: “Senin ülkeye getirdiğin laiklik ilkesine epey laf saydırmışlığım vardır. Bugün geldiğimiz şu noktada ‘İyi ki laiklik ilkesini hayata geçirmişsin’ diyorum, başka da bir şey demiyorum…”
İçine büyüdüğü ailesi, yetiştiği kültür ortamı Ahmet Hakan’ı, Atatürk ve Cumhuriyet konusunda mesafeli bırakmıştı. Şimdi bu cümleleri yazdığı noktada nedenlerini de anlayabiliyordu; ama artık o mesafeyi kırmanın vakti geldiğinin de farkındaydı. Ülkede yaşanan pek çok gelişmenin ardından Atatürk ile ilgili eleştirel bakışını yeniden gözden geçirme ihtiyacı duyuyordu. 2017’de verdiği bir röportajda kendisine yöneltilen “Bunları söylemeyi neden şimdi tercih ettiniz?” sorusunu şöyle cevaplıyordu:
“… Diyorum ki; bugün 15 Temmuz, Ortadoğu’daki gelişmeler... Bütün bunlara baktığımız zaman Atatürk’le ilgili bu eleştirel bakışımı yeniden gözden geçirmek durumundayım. Çünkü 15 Temmuz’da din kisvesi altındaki bir cemaatin bu kadar hunhar bir darbe girişiminde bulunması, bu kadar insanı katletmesi, Ortadoğu’da her türlü mezhebin birbirinin gözünü oyması, bunlar Atatürk’ün eskiden eleştirdiğimiz yönlerini unutturuyor, çok da güzel bir iş yapmış duygusu uyandırıyor.”
Artık gelinen noktada Ahmet Hakan’a göre, Atatürk artık bir meta değildi. Atatürk’ün adını bir yerde anan kişi bunu kalpten, bütün samimiyetiyle yapıyordu. Üstelik artık Atatürk’ün değerinin anlaşılacağı pek çok gelişme de yaşanıyordu. Yine aynı röportajda bir de şöyle bir soru geldi: “İslamcı kesimden bu aydınlanmayı yaşayan çok kişi var mı?”
Ahmet Hakan’ın bu soruya yanıtı şöyleydi: “Benim kadar net bir şekilde ifade etmeseler de orada da benzer bir yaklaşımı gözlemliyorum. Bağımsız düşünme yeteneklerini ve şartlarını kaybetmemiş olup da Cumhuriyet projesine yönelik ağır eleştiriler yapanlarda bir yumuşama gözlemliyorum.”
Tüm bunları söylerken Ahmet Hakan, eski Türkiye’nin de aslında çok matah bir yer olmadığını vurguluyor ve muhtemelen en çok çocuk kalbine danışarak, o günleri hiç özlemediğini söylüyordu. Buna en büyük sebebi iktidarı eleştirmenin mümkün olmayışıydı. Kuşkusuz Ahmet Hakan bu yaşlarını o zaman diliminde böylesine güçlü hisler ve bir duruşla yaşayamazdı. O zaman adının herhangi bir polemiğe karışması durumunda içinde kendini bulacağı durum çok farklı olacaktı. Kendi deyimiyle polemik değil, açık konuşmayı seven, yapaylıktan uzakta ilerlemek isteyen biri olarak işi çok zor olurdu…
Artık İslamcı değilim açıklaması
Ahmet Hakan verdiği bir röportajda, bu kez artık İslamcı olmadığını açıklıyordu. Muhafazakâr çevrelerde insanın birey kabul edilmeyişinin çelişkisinde sıkıştığını hissettiğini söylüyordu. Ne zaman ki birey olduğunu keşfetmiş, bireysel özellikleriyle var olmak istemiş işte o zaman karşısında hep keskin bir duruş peyda olmuştu. Roman okuduğu için karşısında bükülen dudaklar, farklı dünyaları tanımak isteğinde yoluna vurulan ketler Ahmet Hakan’ın keşfetmek isteyen çocuk ruhunu yaralıyordu; bunu fark etmişti. Üstelik bundan böyle gitmek istediği yön, varmak istediği yer de karşısına hep bu ayrıksı tarafını çıkarmaktan geri durmayacaktı. Oysa o ilgi alanları ve hayata bakışını aktaran üslubunda kendinde farklı bir şey görmüyordu…
Bu durumun iç gıdıklayan müthiş bir dram olduğunu düşünüyordu. Ama insan içinde bulunduğu dramdan kaçmanın yolunu da yine derdinin içinde bulurdu kuşkusuz. Zira karşısında kendine göz kırpan iki dünya da kapısından adım attığın anda geçmişi de geleceği de önüne seriyordu. Bundan böyle Ahmet Hakan, yapması gereken tek şeyin o dünyanın içindeki insanların kendisine nasıl davranacağını düşünmeden anı yaşamak olduğunu keşfetti. Çocuk yanı onu yalnız bırakmamış, yolunu göstermişti. Ama doğru, ama yanlış; nihayetinde her yolculuk değerli ve güzeldi…
Çıktığı bu yolculukta hayatın kendisine öğrettiklerini de kabullenmeyi öğrenmişti. Mesela eskiden kendini İslamcı olarak nitelendirirken, bugün bu düşüncenin bir geçerliliği kalmamıştı onun hayatında. İçindeki oralarda yalnız kalma korkusu değildi. Yaşarken birey olma özgürlüğünün peşine düşmüştü bu yola. Üstelik şunu da dile getiriyordu:
“Bilsem ki, İslamcılık diye bir düşünce bugün için hâlâ Türkiye’de teoride ve pratikte geçerliliğini koruyor, bunu gür bir sesle söylerim.”
(Ekrem İmamoğlu'nun konuk olduğu Tarafsız Bölge programından)
31 Mart seçim dönemi
Türkiye olarak çekişmeli, çift dikiş bir seçim süreci yaşadık. Bu süreçte Ahmet Hakan, Ekrem İmamoğlu’nu programına aldı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile yayın yaptı, her koşulda hep eleştiri aldı. Çünkü şu bir rengin olmayışı konusu rahatsız ediyordu. Ve evet, Ahmet Hakan bu seçim döneminin en çok konuşulan, tartışılan isimlerinden biri oldu. Peki neydi bunun sebebi? Konuk olduğu bir söyleşi programında bu durumu açıklıyordu. Aslında Ahmet Hakan kendini yine aynı cümlelerle ifade ediyordu:
“Şundan dolayı işte, Türk medyası bu halde olduğu için. Ya Reisçi olacaksın tamamen oraya biat edeceksin ya da İmamoğlucu olacaksın oraya biat edip Reis’i devirmek için militanlık yapacaksın. İkisinin arasında bir yer kabul edilmiyor gazetecilikte. Öyle olunca ben en çok tepki alan isim haline dönüştüm. Ya ben biraz ortada kalmak istiyorum. Yani ben hem Cumhurbaşkanı’na soru sormak istiyorum hem Ekrem İmamoğlu’na. Ben hem Cumhurbaşkanı’nı yaptığı iyi şeylerde övmek istiyorum hem Ekrem İmamoğlu’nu övmek istiyorum. Ya ben fanatik değilim, militan değilim, ben siyasetçi değilim; ben onların rakibi değilim. Ben yarışa girmiyorum ki, benim fikirlerim girmiyor. 'Seçimi kaybetti!' diye beni yazıyor. Ya ben niye kaybedeyim kardeşim? Ben seçime mi girdim? Ben mi stratejilerimi açıkladım? Kampanyayı ben mi yaptım yani? İki tarafa da son derece uzak izledim; gözlemciyim ben yani. Dolayısıyla gazetecilerin bu şeyden çıkması lazım. Bu anlayışın hâkim olmasına da yine gazeteciler ve Türk medyasının bugün geldiği durum neden oluyor… Gazeteciler siyasetçi gibi davranmaya başladıkları için, tarafgir oldukları için tarafgirlik dışında bir gazetecilik yapılamayacakmış gibi bir izlenim verdikleri için ahali de öyle zannediyor. Yanlış yapan bizmişiz gibi! En sonunda kızdıracaklar beni bir taraftan bir tarafa teslim olacağım herhalde.”
Şaka ile karışık, gülerek bahsettiği tarafı ise, kaybedenin yanı olarak tanımlıyordu Ahmet Hakan. “Kim kaybederse onun yanında olurum.” diyordu.
Öyle çok eleştiriliyordu ki, bu eleştirilerin karşısında demir gibi sağlam olmak gerekirdi. Neyse ki durumu iyi analiz ettiği için üzülmesine gerek olmadığını düşünüyordu. Fanatikleşmiş gazetecilik anlayışında fanatik olmadığında yadırgandığına göre akılcı bir çözümleme yoluna gitmeliydi. Yani ya oturup durumunu doğru analiz edecekti ya da “Niye herkes bana düşman?” diye kendi kendine sızlanacaktı. Ahmet Hakan, durumunun fotoğrafını çekerek doğru bir analiz yapmayı tercih etmişti…
Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Hakan
30 Ekim günü Hürriyet gazetesinde, 43 çalışan işten çıkarılmıştı. Bu durumun ardından Genel Yayın Yönetmeni Vahap Munyar da istifa etti. Ardından gazetenin önemli isimlerinden Gülse Birsel ve Ayşe Arman da istifalarını duyurdu.
Boşalan Genel Yayın Yönetmenliği koltuğu için konuşulan isim ise, Ahmet Hakandı. Uzun zamandır köşe yazarlığı yaptığı gazetesinden nihayet o teklif geldi ve Ahmet Hakan, Hürriyet gazetesinin başına geçmek için el sıkıştı.
Ahmet Hakan’a yeni görevinde başarılar diliyorum…
Her dönemde en çok konuşulan, en çok tartışılan isim olan, tarafgir olmayışını her fırsatta dile getiren, mesleği kaderiyse kaderinden kaçamayacağını vurgulayan ve kendini her dönemin en kötü adamı olarak tanımlayan bir Ahmet Hakan geçiyor bu dünyadan renkleriyle…
İyi ki…
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Daha Fazla Yorum Yükle
0 Yorum Yapılmış