Mehmet Çebi, 1968’de İstanbul Süleymaniye’de dünyaya geldi. Eğitim hayatına Namık Kemal İlkokulu’nda başlayan Çebi, lise eğitimini Bakırköy İmam Hatip Lisesi’nde tamamladı.
Ardından yükseköğrenimi için İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nü tercih etti. Yine aynı üniversitede, İktisat Fakültesi Sosyal Siyaset Bölümü’nde master yaptı…
Ancak gönlünü de sanata kaptırmıştı çoktan. Beyazıt’ın dili olsa da konuşsaydı. Muhakkak Mehmet Çebi'nin sahaflarda, Çınaraltı’nda geçirdiği zamanları inci gibi dizili anlatırdı. Memlekette çok siyasal mezunu var diye düşündü. Sevdiği, onu mutlu eden işin peşinden gitmeye karar verdi.
KOLEKSİYONERLİĞE ADIM ADIM
Mehmet Çebi, henüz lise sıralarında bir öğrenciyken hat sanatına duyduğu ilgi ile sonunu henüz kestiremediği bir yola meraklı adımlarla giriş yapmıştı.
1986’da başladığı üniversite eğitimini İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü’nde almasıyla adımları perçinledi. Zamanı Çınaraltı’nda sahaflarda geçiyordu. Katıldığı bir televizyon programında, “Arada okula da uğruyorduk.” diye esprili bir dille anlatacaktı geçen zamanı.
Bugün lise ve üniversite kitaplarının satıldığı mekan olarak değer gören sahaflar, o zaman sanatın konuşulduğu ve değerlendirildiği yerlerdi. Çınaraltı’nda, tespih ve saat türünde eşyalar satılırken, sahaflarda hat levhaları, elyazması kitaplar, taş baskılar, fermanlar bulunurdu.
Çebi'nin lise sıralarından buralara taşıdığı bu merak, burada yeni dostlar edindikçe ilgisini daha da artırmıştı.
Öyle çok anısı oluşuyordu ki… Sahaflarda 1 numarada hemen girince solda Turan Türkmenoğlu diye bir abisi, en değerlilerinden biriydi. Ona gelen çok değerli Osmanlı Dönemi hattatları ve eserlerine bakmalara doyamazdı.
Bir başka sahaf Sinan Abi’sinden şöyle bir şey öğrenmişti:
"Onlar, bugün müzayedelerde satılan beratları, fermanları, 1980’lerde, iyi mal sattıkları müşterilerine, sattıkları malı paketleyerek hediye ederlermiş."
Ve derlermiş ki:
"Bakın bu güzel bir şey. Kıymetli bir pahası olmasa da, bu size hediyemiz…"
SATIN ALDIĞI İLK PARÇANIN HİKAYESİ
Mehmet Çebi’nin üniversitede öğrenci olduğu, sahaflardan çıkamadığı yıllardı. Ama şimdiye dek bir şeyde satın almamıştı...
Babası, Almanya’da işçi olarak çalışıyordu. Bir ihtiyaçları yoktu; ama ciddi bir şeyler satın alacak durumda da değildi.
Sonra Turan Abi’sinin dükkânında rastladı Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin iç içe geçmiş “Ali – Fatıma” yazılı istif levhasına.
Levhaya biçilmiş 700 dolarlık fiyatı taksit taksit ödemeyi teklif etti.
Mehmet Çebi, koleksiyonerlik macerasının ilk parçasını işte böyle satın aldı…
SONRA NE OLDU...
Mehmet Çebi, İmam Hatip mezunu olduğundan okuma yazma biliyordu. Ketebe okuyor, biraz da Osmanlıca biliyordu.
Yani teorik olarak konuya hâkimdi. Bir yandan bunun faydasını görüyor, bir yandan da başka ustalarla tanışıp kendini geliştiriyordu.
Tespih alıyordu. Saate de merakı vardı. Okul ona çok şey kazandırmıştı.
Okul bitmeden Nişantaşı’na gelip gitmeye başladı. Büyük müzayede yapan şirketler hep bu civardaydı.
Aldıklarını toparlayıp acaba satılır mı merakıyla bu şirketlerin yolunu tuttu. Birkaç tanesini müzayedeye koydu.
Genç yaşının keşfeden yanı şaşkındı; elindeki eserler aldığının 5 – 10 katı fiyatına satılmıştı.
İşte o kritik kararı verdi Mehmet Çebi. Düşündü ki, memlekette zaten çok sayıda siyasal mezunu vardı. Üzerine İktisat masterini yapıp yoluna sevdiği işlerin yönünden devam etti.
Şaşkın genç yanı, mutlu olduklarının peşinden gitmesi gerektiğini de keşfetmişti.
Kendini ikna eden sesini dinlerken kendini önce Fatih’te, ardından da Nişantaşı’nda bu işlerin ticaretini yaparken buldu…
DÜNYAYI KEŞFETTİ
Her şey sıra ile takip edilirse muntazam bir dizilimle dökülüyordu insanın karşısına. Öyle etrafa da dağılmıyordu. Bir sonraki adımında Mehmet Çebi, dünyayı takip etmeye başladı.
Zihnini ve ruhunu gelişmeye açmıştı. Yalnızca hat sanatı değil, özellikle Türk resmini de takibe aldı. Türk resminin klasik ve modern dönemi ile ilgilenmeye başlamıştı.
Batı resminde durum ne, nerelere gidiyor diye onun da peşine gidip kıyasa ortam hazırlıyordu. Bunun için Avrupa’da müzayedelere gitmeye, müzeleri gezmeye başladı.
Zaman geçiyor, Mehmet Çebi kendi içinde gelişirken, bilgilerle dönüşüyordu…
MEHMET ÇEBİ'YE GÖRE SANAT
Mehmet Çebi, sanatın peşine düşerken pek çok duygusal kazanımla ruhunu uçuracağını biliyordu.
Şimdi ruhuna kattığı her bir kelimede, sanat doluyor, yeni tanımlarla güçleniyordu.
Bir gün bir televizyon programına çıkıp, “Şimdi bir şeyin sanat olabilmesi için çok değişik tarifler var. Tarifinde değişmez bir yan var bence…” diyene kadar yürüdüğü yol ne lezzetliydi…
Mehmet Çebi’ye göre, sanatın değişik pek çok tarifi arasında değişmeyen o yan, yenilik barındırması meselesiydi.
Bu konuyu şöyle örnekliyordu:
“Ben baktım ki, 17. yy’da yazılmış olan bir Hafız Osman’ın yazdığı hilye-i şerifi, 17. yy’dan 21. yy’a gelmişiz, 400 senedir hattatlar takip ederek günümüze kadar getirmiş. Bunda bir problem yok. Bir şey klasik olmuşsa güzeldir zaten. Güzel olan şeyler klasik hale geliyor, tutunuyor, bilinir hale geliyor. Ama aynı metni aynı kompozisyonla yazarken insanlar, bu sanattan çıkıp zanaata geçiyor. Neye benziyor bu? Mimar Sinan geldi Süleymaniye’yi yaptı biz 500 sene boyunca aynısını yapmaya devam ettik. Şimdi Süleymaniye çok önemli bir sanat eseridir. Ama taklitleri için biz aynı ifadeyi kullanabilir miyiz?”
ÇEBİ ANTİK ŞİRKETİ VE SONRASI
Mehmet Çebi, keşifleri arasında şunu da fark etmişti. Koleksiyonculuk paradan önce kültür gerektiriyordu; ama para kazanmadan da bu işi yürütemezdi.
Bunun için 1990’da, Çebi Antik Şirketi’ni kurarak, sanat eseri ve antika ticaretine başladı.
Sanatı keşfetmek için çok çalıştığı yıllar birbirini kovaladı. 2000’lerin başında İstanbul Antik Sanat Müzayede Evi ve Galerisi’ni kurdu.
Bir yandan da tespih ve hat koleksiyonunu zenginleştirmek için çalışıyordu. Bir de şöyle bir şey düşünmüştü. Hz. Ali rivayet etmiş, Peygamber Efendimiz’in tabir-i caizse kelimelerle portresini çizmiş, onun fiziki ve ahlaki özelliklerini anlatmış.
Mehmet Çebi, bu metne sadık kalarak nasıl yeni tasarımlar, yeni hilye çeşitleri ortaya koyarız düşünmüş, özellikle hilye üzerinde yoğunlaşarak yeni şeyler üretmeyi tasarlıyordu. Bir sınırı olmadan tüm sanat dallarına beğenisini sunuyordu. İlgisi, bilgisi ve zevki bir araya geldiğinde ise, renkli mürekkepler, renkli kâğıtlar kullanan sanatkârları düşlüyordu.
Nasıl bir portre çıkarmak istiyorlarsa, onların hayal dünyasından çıkacaklara karşı heyecan duyuyordu. Sanatçının kalbinden geçen ne ise, onlar Peygamberimiz’i harflerle görsel olarak nasıl tarif etmek istiyorsa, kendini onları teşvik edecek noktada bulmuştu kendini.
Bu düşünce, çağdaş hattatların yazdığı Hilye-i Şerif’lerden oluşan bir koleksiyon çıkardı ortaya. Hiç yadsınamayacak bir kısmı yurtdışında olmak üzere büyük sergi ve tanıtım organizasyonları gerçekleştirdi.
Çebi, sadece dünyayı keşfetmiyor, keşfe çıktığı dünyanın bir parçası olmaya gayret ediyordu…
2015’te, İstanbul Sanat ve Medeniyet Vakfı’nı kurdu.
Mehmet Çebi, doğduğu semte yıllar sonra anlamlı bir hediye bıraktı. Vakfa ait Hilye-i Şerif ve Tespih Müzesi’ni, Süleymaniye’de ziyarete açtı.
Mimar Sinan imzası taşıyan “Siyavuş Paşa Medresesi”, bu müze için vakıflarca tahsis edildi.
MEHMET ÇEBİ'NİN EN BÜYÜK HAYALİ
Mehmet Çebi, müze sahibi bir koleksiyoner olarak Türkiye’nin müze meselesi ile de her zaman yakından ilgilendi.
Bir açıklamasında, “Hem fizikî mekân, hem sergilenen eser sayısı, hem de eserlerin kalitesi bakımından dünyada ilk beşe girebilecek bir çatı müzeye ihtiyacımız var.” diyen Çebi’nin en büyük hayali, İstanbul’da, Louvre, Hermitage, Metropolitan gibi büyük bir müzenin kurulmasıydı.
Kendisine yöneltilen “Bu müzelere neler konulacak?” sorusuna karşılık, Topkapı Sarayı, Arkeoloji Müzesi, Türk ve İslam Eserleri Müzesi depolarında yüz binlerce eserin bulunduğunu, müze kurulduğunda bunlardan birkaç bininin sergilenebileceğini özellikle vurguluyordu.
Ayrıca ekliyordu:
“Bu muhteşem eserleri neden müze depolarında çürütelim? Neden insanlar bu eserlere ulaşamasın?”