“Sanatın kalbine nüfuz edin. Çünkü ancak sanat ve bilim insanı, tanrısal boyuta yüceltebilir!” Bu cümle Beethoven’e ait; hani şu sağır haliyle 9. Senfoni’yi yazan, konserini yönetip ayakta alkışlanan… İnsan duyduğunda kulaklarına inanamıyor. Çünkü bir insanın sağır olmasına rağmen müzik yaptığını, üstelik dünyayı etkileyen bir müzik yaptığını söylemek, onun beş kulaklı olduğunu söylemek gibi bir şey…
Beethoven’i yazarken acı dediğimiz olgunun bize neler yapabileceğini ve istersek onlara yön verebileceğimizi düşündüm hep. Onun geçtiği çocukluktan geçip de böylesine dünyanın tanıdığı önemli birine dönüşmek çok, çok zor. Bir de şunu düşündüm: Bunun gerçekten bir ortası olamazdı. Beethoven ya yok olup gidecek ya da böyle kabından taşacaktı. O, iyi ki kabından taştı…
Çocukluğu
Beethoven, 17 Aralık 1770’te, -bu onun kilise kayıtlarına geçen vaftiz tarihiydi- Bonn şehrinde, Maria Magdalena (Keverich) ve Johann van Beethoven çiftinin oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona, dedesinin adı olan “Ludwig van Beethoven”ı verdi.
Beethoven’i tanımak için dedesinden de bahsetmeli. Belçika’nın Mechelen kentinde dünyaya gelen Dede Beethoven, (1712-1773) Almanya’nın Bonn şehrine taşındığında 20 yaşındaydı. İlk önce bir sarayda Baş Korist olarak iş buldu, koroda şarkılar söylüyordu. 1761’de ise, bu sarayın Kapellmeister’i olarak atandı. Evet, artık orkestra şefi olmuştu ve adı, Bonn’un seçkin müzisyenleri arasında sayılıyordu. Tek çocuğu, yani Beethoven’in babası Johann da, yine bu sarayda tenor olarak çalışıyordu. Bunun yanında keman ve klavye dersleri de veriyordu.
Mutsuz bir çocukluk geçirecekti Beethoven. Günler geçecek, sonbaharda dökülen yapraklar misali hayatından engel olamadığı dökülmeler karşısında taşlaşacak, giderek içine kapanacaktı. Annesi ve kardeşlerini hep hasta gördü. Sonra da teker teker kardeşlerinin ölümünü… 7 kardeşlerdi ve Beethoven ikinci çocuktıu. Kardeşlerinden 3’ü sağır, 2’si kör, diğeri de zeka özürlüydü. Kardeşlerinin dördü ölmüş, geriye sadece 2 tanesi kalmıştı: Kaspar Anton Karl ve Nikolaus Johann.
Yoksulluk çeken bir evleri, yoksul sofraları vardı. Babası Johann ise, sürekli sarhoş gezen bir alkolikti. Sadece alkolik de değildi üstelik. Aynı zamanda gözü pek yükseklerdeydi ve oğlunun yaşamını bir zindana çevirdiğinin ayırdında bile değildi…
Müzikten nefret eden bir çocuktu
Babası Johann, belki saraylarda çalışmış; ama bir türlü şöhrete kavuşamamıştı ve bu başarısızlığından duyduğu tüm duygusunu, kaygı, öfke, kıskançlık her ne varsa hepsini, oğluna aktarıyordu. Aslında müziğe oldukça meraklıydı; ama alkol sebebiyle üçüncü sınıf bir şarkıcıdan öteye geçememişti. Madem kendisi başaramamıştı, öyleyse oğlu Beethoven bunu yapabilirdi; hatta yapmalıydı.
Johann anlamıştı bir kere, Beethoven’in yetenekli olduğu besbelliydi. Bu yeteneği keşfettiğinde oğlu 4 yaşındaydı. Bunu kaçıramazdı. İşte böyle başladı Beethoven’in zalimce eğitim süreci… İlk öğretmeni babası olmuştu. Her anı piyano başında geçiyordu ve kesinlikle hata yapma lüksü yoktu. Eğer yapıyorduysa da bedelini mutlaka öderdi. Çoğu zaman dayak ve bazen de babasının uygun gördüğü başka kötü muamelelerle cezalandırılıyordu. Ve bunun yanında başarılarının da asla güzel bir sözcük duymak gibi bir karşılığı yoktu. Beethoven müzikten ölesiye nefret ediyordu. Kulağa inanılır gibi gelmiyor değil mi? Çünkü babası onu öyle zorluyordu ki, ona sevgi duyması imkansızdı. Ancak bu nefreti itiraf etmesi bile yıllarını alacaktı. Zira çocuk yaşları bu nefret duygusunu düşünmeye dahi korkuyor olmalıydı…
Tüm bunların sonucu olarak da Beethoven, duygusal yönden kendini eksik gören, utangaç, sevgisini belli etmekten mümkün olduğunca kaçınan bir çocuğa, yıllar geçtikçe de bir yetişkine dönüşecekti. Bu kadar da değildi elbet. Beethoven, yediği dayaklar ve yüklendiği stres sonucu genel anlamda hep hasta idi. Sağırlık da bu sonuçlardan biri olacaktı…
Müzik eğitimi
Beethoven’in eğitim sürecinin müzik üzerine kurulu olduğu belliydi artık. Babasından sonra başka müzik öğretmenleri de oldu. Gilles van den Eeden’den org, aile dostları Tobias Friedrich Pfeiffer’den klavye dersleri almaya başlamıştı. Bir yandan da parmakları Franz Rovantini’nin eğitiminde keman ve viyola ile tanışmıştı…
Henüz 5 yaşındaydı; ama öyle yoğun bir eğitimden geçiyordu ki! Babasının bıraktığı yerden aile dostları Pfeiffer alıyordu bazen ve Beethoven’i gecenin bir yarısı uykusundan uyandırıyor ve zorla müzik çalışıyorlardı.
Babası Johann, Beethoven’in hızlı bir şekilde ilerlemesi için elinden geleni yapıyordu. Bir yandan da Mozart’ı takibe almıştı. Onun babası Lepold ile birlikte çıktığı turnelerden haberdardı. Beethoven de Mozart gibi olmalıydı diye düşünüyordu. Hatta neden onlar gibi bir baba oğul olmasınlardı? Böyle böyle zaman geçti ve Beethoven, 1778’de, ilk halka açık konserini verdiğinde sadece 7 yaşındaydı.
1779’da ise, ilk kez Christian Gottlob Neefe’den ilk bestecilik derslerini almaya başladı. 1783’te de, Neefe’nin yardımıyla ilk bestesini yayımladı. Ardından da hocasının asistanı olarak çalışmaya başladı. 1784 itibarıyla Beethoven, ilk parasını asistanlıktan kazanmaya başlamıştı. Bu arada maddi ve manevi destek de görmeye başlamıştı. 1783’te yayınlanan ilk 3 piyano sonatından sonran Başpiskopos Maximillian Friedrich, Beethoven’in bu muhteşem yeteneğine kayıtsız kalamamıştı…
Mozart ile tanışması
1787’de Beethoven, nihayet Mozart ile çalışmak umuduyla Viyana’ya gitti. Tanışmışlardı da! 2 hafta sonra annesinin hastalığını öğrenip dönmeseydi tarih bu ikili ile ilgili bambaşka şeyler de yazacaktı belki. Ama en azından kaynaklara geçen bilgiler de vardı. Beethoven, Mozart’a yeteneklerini kısa bir piyano şovuyla göstermişti. Mozart’ı gülümsetmişti Beethoven’in notaları. Yanında başka müzisyen arkadaşlarıyla birlikte dinlemişti ve onlara dönüp şöyle dedi: “Bu çocuğa iyi bakın! Gün gelecek, tüm dünya onu tanıyacak”…
Beethoven, kendisine mi yoksa babasına mı ait olduğundan habersiz peşine düştüğü hayalin yarıda kalmasına aldıramayacak kadar üzgündü. Annesinin hastalığı ile Viyana’dan dönmüş ve aynı yıl içinde de annesi, henüz 40 yaşında vereme yenik düşmüştü. Şimdi çocukluğunun sancılı zamanlarına dönmüş gibiydi. Giderek daha da içine kapandı ve melankolik bir ruha büründü. Babası ise, şimdi daha çok alkolikti…
Annesinden sonra
Annesi, Beethoven’in tek sığındığı limandı ve şimdi o yoktu. Bu yokluk her ne kadar canını çok yaksa da, diğer yanmışlıklarının yanına kilitledi bu duyguyu da. Şimdi babası her şeyden daha çok vazgeçmişken küçük kardeşlerinin sorumluluğunu kendisi almalıydı. Başka çaresi yoktu. Önündeki 5 yıl boyunca Bonn’da kalacağına emindi. Mozart’ın yanına Viyana’ya dönse ne olurdu diye o an hiç düşünmüş müydü?
Evet, belki Mozart ile çalışamadı. Hatta bu süreçte, 1791’de ölüm haberini aldığında bir daha çalışma fırsatı da bulamayacaktı. Ama burada da yeteneklerinin getirileri vardı pekala. Franz Wegeler ile işte bu sırada tanıştı ve onun sayesinde de dönemin seçkin ailelerinden von Breuning Ailesi ile. Artık von Breuning’lerin evine sıkça gider olmuştu. Çocuklarına da müzik dersleri veriyordu. Onun eğitim hayatı pek iç açıcı başlamamıştı; ama o, iyi bir öğretici olmak için gayret ediyordu. Bu tanışmalar zincirleme bir şekilde diğerine uzanıyordu. Almanya’nın soylularından Count Ferdinand von Waldstein ile tanıştı. Maddi destek gördüğü bir diğer isim de o oldu. Hatta Waldstein adını bir de sonat yazdı…
Bu arada babası günden güne alkole daha da bağlanıyordu. Beethoven, sonunda 1789’da, yasal yollara başvurarak babasının maaşının yarısının kendisine ödenmesini sağladı. Böylece ailesine daha rahat destek olabilirdi. Aslında seçkin sarayların orkestralarında viyola çalarak kendisi de para kazanıyordu; ama yine de yeterli değildi. Bu viyola işleri, önüne daha çok Mozart operaları çıkarır olmuştu. Ünlü flüt virtüözü Anton Reicha ile de bu sırada arkadaşlık kurmuştu.
Beethoven, artık çok iyi viyola ve piyano çalan bir müzisyen olarak tanınıyordu…
Viyana günleri
Kendine verdiği 5 yıllık süre dolmuştu ve Beethoven, 1792’de, yeniden Viyana’ya gitti. Bu kez tüm görevlerinden arınmıştı ve yolundan dönmesi için sebebi yoktu. Mozart artık ölmüştü. Burada ünlü besteci Joseph Haydn’in yanında çalışmaya başlamıştı. Haydn, onun muhteşem yeteneğini fark ettiğinde en büyük destekçilerinden biri oldu. 1975’te bestelediği eserlerini burada saray orkestrasında çalıyordu. İyi para kazanıyor ve fakir hayatından çok uzakta, asiller gibi yaşıyordu. Bunun yanında artık kendine güveni de vardı. Şimdi Beethoven’in ünü bir piyanist olarak dilden dile dolaşıyordu ve daha sonra yaptığı bestelerle 19. Yüzyılın sonuna kadar yaşayan tüm klasik müzik müzisyenlerinin etki kaynağı olacaktı.
Çocukluğundan bu yana aldığı o sancılı eğitimden bu yana çok zaman geçmişti. Şimdi şöhret basamaklarını bir bir tırmanma vaktiydi…
Sağır oldu
Evet, şimdi şöhret zamanıydı; ama bu şöhret yerini kulaklarında müthiş çınlamalara bıraktı. Şimdiye dek romatizma, romatizmal ateş, kolit, tansiyon, göz yangısı gibi pek çok sağlık problemi ile boğuşan Beethoven, yıllara yayılan bir sağırlık başlangıcı yaşıyordu. 1801’de başlayan ve başta önemsememeye çalıştığı bu çınlamalar, günden güne arttı. İnsanlarla ilişki kurmakta zorlanır olmuştu. Bu sesler önce arttı, çoğaldı sonra da giderek derinden gelmeye başladı. Şimşekler çakıyormuş da hiç ses çıkmıyormuş gibi bir histi bu.
Ve nihayet hiç ses duymaz oldu. Evet, sağır olmuştu. Yıl 1817’ydi. Ve ilginç bir şekilde bu durum, onun art arda besteler yapmasına engel değildi. Tüm sesler kesildiğinde ilk tepkisi tüm herkesten, her şeyden kaçmak olsa da, müzik yapmadan da duramayacağını çabuk anladı. Önce ne kadar sessizse o kadar yalnız kalması gerektiğini düşündü. Sessizliğinin üzerine bir de kocaman yalnızlıklar ekledi. Ama sonra fark etti ki, kulakları susmuş olsa da, içindeki o tutku susmamıştı. Ne kadar zor da olsa, müzik yapmaya devam etti.
Müzik bir zehir enjekte edermiş gibi bir hissiyatla ona verilmeye başlamışsa da, içinde nihayet bir tutkuya dönüşeli çok olmuştu. Nasıl ki söz konusu müzik olduğunda kimseye boyun eğmediyse, şimdi de bu sessizliğe teslim olmamıştı. Şöyle bir anı var kaynaklarda: Bir konser sırasında bir kont Beethoven’e, ukala bir tavırla “Hadi müzisyen çal!” diye bir çıkışta bulunduğunda, her şeyi orada bırakıp çekip gitmişti. Ancak tepkisini bu kadarla da sınırlamadı ve kısa bir mektup yazdı: “Siz kontsunuz! Bugün varsınız, yarın olmayacaksınız. Ancak Beethoven bir tanedir ve hep olacaktır”.
Ölümsüz aşka mektuplar
Beethoven, duygularını yaşadıklarından mütevellit hiç belli edemese de, nihayetinde o bir sanat adamıydı. Aşık da oldu elbet ve içinden coşan duyguları çoğu zaman bestelerinde açığa çıkardı. -Dinlerken bir de bu hissiyatla dinlemeyi bir deneyin.- O her zaman duygusunu kimin için kalbinde taşıyorsa, onu Ölümsüz Aşk olarak tanımladı. Bu kadının ya da kadınların kim olduğunu hiçbir zaman kimselere demedi. İçinde yalnız başına yaşadığı en büyük duygulardandı.
Müziğini aşkla yoğuran Beethoven yıllarca aşık olduğu kadına mektuplar yazdı, ancak adını hiçbir yerde kullanmadı. Mektuplardan birinde şöyle diyordu:
''...
Oh, tanrım, birini bu kadar seven insan neden sevdiğinden ayrı kalmalıdır ki. Ve şimdi benim yaşamım çok aşağılık bir hayat; aşkın beni hemen insanların en mutlusu ve en mutsuzu yapıyor; bu yaşta sakin ve düzenli bir hayata ihtiyacım var; ilişkimiz de böyle olabilir mi?
...
Beni sevmeye devam et; asla aşkının en sadık kalbini yanlış değerlendirme.
hep senin
hep benim
hep bizim''
En ünlü eseri: 9. Senfoni
9. Senfoni’yi bilmeyenimiz yoktur. İlla bir kez olsun dinlemişizdir. Ama bilerek, ama bilmeyerek… Evet, 9. Senfoni, bugün Avrupa Birliği Marşı da olan çarpıcı bir senfoni.
Beethoven, en ünlü eseri olacağından habersiz olduğu 9. Senfoni’ye, tam da sağırlık yaşamında kol gezmeye başladığı zamanlarda başlamıştı. Hayatının en önemli kararı buydu kuşkusuz. Aslında bu senfoninin 20 yıllık bir evveliyatı vardı. Ne zamanki o çınlamalar daha da yükseldi, kulaklarından sonra beynine de uzandı, Beethoven, yalnızlığından sıyrılıp, 20 yıldır uğraştığı ama bitiremediği, hep bir yerlere not aldığı senfonisini nihayet bitirdi ve bunca yıl üzerine bütün duygularından birikmiş coşkusu, 9. Senfoni olarak ortaya çıktı.
Öyle bir anda olmadı elbet. Nihayetinde kulaklarının durumu onu çok zorluyordu. Ama yine de zor koşullarda eğitilmiş, hayatının tüm acı anlarını biriktirdiği parmakları, piyanonun üzerinde dans ederken her şey yoluna girmişti. Puzzlenin tüm parçaları yerine oturmuş gibi hissediyor olmalıydı. İşte 9. Senfoni böyle doğdu…
9. Senfoni dinleyicisiyle ilk kez buluştu
Karanlık bir sessizliğin içindeydi Beethoven. Artık hiç ses yoktu, yani bir şeylerden ses çıkıyorsa da o duymuyordu. Notalar hariç, notaları bütün vücudunda duyduğuna emindi. Şimdi 9. Senfoni, dinleyicisiyle ilk kez buluşacaktı.
Salonda 10 bin kişi vardı. Orkestra ise, 300 kişiden oluşuyordu. İlginç tonlardan oluşuyordu ve insan sesini de özellikle eklemek için çok çaba sarf etmişti Beethoven. Bu yönüyle senfonisini “İnsandan, Tanrıya uzanan bir köprü” olarak niteliyordu.
Bir arzusu vardı; senfonisini kendisi yönetmek istiyordu. Ama hiç duymayan biri için bu imkansızdı. Seslerin iniş çıkışları, notaların takibi… Tüm bunların farkındaydı; ama yine de orkestra şefinin yerini alacağı halkanın üzerine konumlandı. O anda senfoniyi yönetmek için bulunan Umlauf, Beethoven’e duyduğu hayranlık ve saygıyı aşmadı, ona hiç müdahalede bulunmadı. Gidip başka bir yere konumlandı ve herkes gibi nefesini tutup Beethoven’i izlemeye koyuldu.
Beethoven, yüzünü orkestrasına dönmüş, kendinden emin ve gururlu, dimdik duruyordu. Evet, gerçekten de hiçbir şey duymuyordu. Ama şimdi onu izlerken, duyduğunu düşünmeniz hiç de yersiz olmazdı. Beethoven, orkestrada yer alan herkesin üflemesinden, yanaklarının aldığı şekilden, enstrümanına dokunuşundan okuyordu senfonisini. Duymuyordu; ama iç dünyasına ezber ettiği senfonisini yaşıyordu. 9. Senfoni, onun çığlık çığlığa sessiz dünyasında dolaştı, dolaştı ve taşıp dinleyicisinin kulaklarını doldurdu. Herkes, onun bu hayranlık duyulası hali karşısında adeta büyülenmişti. Sonunda insanlar dayanamadı ve senfoni yarılanmışken hep birden ayağa kalkıp Beethoven’i müthiş bir alkış tufanına tuttu. Beethoven, ardında olup bitenlerden habersiz, alkışı beklemek için duran orkestraya anlam veremiyordu. O sırada biri yanına koştu ve onu alkışlara doğru çevirdi. Şimdi alkışları görebiliyordu.
Bu alkışlar, Beethoven’in yaralı çocuk kalbinin sonsuzluk yara bandıydı ve karşısında senfoniyi dinleyenler yalnızca acıyı hissedebiliyordu. Beethoven nefesini tuttu ve karşısındaki alkış bitene dek bekledi. Bittiğinde ise, senfoni kaldığı yerden devam etti. Bunca zaman tüm duygusunu içinde yaşayan, kendini dışarıya açmaktan hep imtina eden Beethoven, senfoni bittiğinde gözyaşlarını daha fazla tutamamış ve kendini orkestranın önüne öylece bıraktı.
Başarmıştı…
Ludwig von Beethoven öldü
Beethoven, bir tatil dönüşünde yeni bir hastalıkla tanıştı: Siroz! Yataktan çıkamayacak kadar ağırlaşmıştı üstelik hastalığı. Artık sona doğru gelmişti. Kaynaklara göre ölümü şöyle olmuştu: 26 Mart 1827’de, şimşekler çaktıran, suların sellere karıştığı bir yağmur yağıyordu. Beethoven’in loş odasını şimşekler aydınlatıyordu. Beethoven, birden doğrulmaya çalıştı, ki bunu yarıya kadar yapabilmişti. Sonra yumruğunu havaya kaldırdı ve cansız bedenini yatağına bıraktı. Hayatın karşısında direndiği pek çok acıyı dünyada, ardında bırakabildiği için huzurlu olmalıydı. Cenazesinde onu uğurlayan 30 binden fazla insanın oluşturduğu bir kalabalık vardı…
Ölümünün ardından onun da babası gibi alkolik olduğunu söyleyen, düşünen çok oldu. Oysa kaynaklara göre Beethoven, çok nadir alkol tüketirdi. O daha çok kahve içmeyi tercih ederdi. Sirozun sebebi alkol değildi.
Ardında bıraktığı sadece acı değildi elbet. Başlı başına 9. Senfoni bile yeterdi belki; ama pek çok başarısı da sığmıştı acılarının arasına. Beethoven, 9 senfoni, 5 piyano konçertosu, 1 keman konçertosu, 1 piyano, keman ve çello için üçlü konçerto, 32 piyano sanatı ve pek çok da oda müziği eserinin sahibiydi. Müziği yaşamayı öğrenen ve hissettiren, tutkulu, dramatik eserleriyle kulaklarımızın pasını silen, özellikle Op. 109 piyano sonatıyla Klasik Müziğin Romantik Dönemi’ni başlatan bir Beethoven geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Not:
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Daha Fazla Yorum Yükle
0 Yorum Yapılmış