“Ne hayatlar var ya hu!” diye en son ne zaman iç geçirdiniz? Ben sanırım bu biyografiyi yazarken. İzlediğimiz her film karesinde nasıl da gerçekten uzaklaşıyormuş insan, yazarken bir kez daha anladım. Öylesine zor bir hayatmış ki Cüneyt Arkın’ınki, her şeyden önce hiç vazgeçmeden yoluna devam etmeyi bildiği için tebrik etmek gerek kendisini.
Gerçekten de her güzel şeyin ardında sonsuz bir emek var. Bunu Cüneyt Arkın’ın yaşamını okuduğunuzda bir kez daha anlayacaksınız. Ben kendi payıma onun yaşamından almam gerekeni aldım. Umarım sizin de kalbinizde ve aklınızda nice güzel duygu uyansın…
Her zorluğun üstesinden gelip hayallerinden vazgeçmediğin için, anne sözü dinlediğin için, koyun kokusunun emeğini kendi değirmeninde sabırla öğüttüğün için çok teşekkür ederim. Şimdi biliyorum ki, tüm bu güzel filmlerin, hayat verdiğin onca karakterin sebebi hep bunlar…
İşte bu yüzden eminim bu hastane günleri de geçecek. Hem sonra, gerçek yıldızlar da zaten hiç kaybolmayacak…
Çocukluğu
Cüneyt, 8 Eylül 1937’de, Eskişehir’in merkezine bağlı Karaçay köyünde Halise Hanım ve Hacı Yakup Bey’in on üç çocuğundan biri olarak dünyaya geldiğinde ailesi ona “Fahrettin Cüreklibatır” adını verdi. Babası Hacı Yakup Bey, Kurtuluş Savaşı’na katılmıştı ve aslen Nogay’dı. Nogaylar, Astrahan yöresinde Nogayca konuşan Türk boylarıydı.
Yakup Bey, ince uzun bir adamdı. Okumamıştı. Ama içine doğup büyüdüğü doğa, onu öylesine sabırlı ve bilgili yapmıştı ki… Kocaman elleriyle toprak kadar sabırlı bu adam, koyundan kuşa her hayvanı, ekinleri, yıldızları, yağmuru çok iyi tanırdı. Bereketli elleriyle otlardan ilaçlar yapıyor; doğanın ona öğrettiği ne varsa, o da çocuklarına aktarmaya çalışıyordu. Yıllar sonra “Cüneyt Arkın” olup ünü ülkesini aştığında Cüneyt, anasını, babasını sevgiyle ve sabırlarına duyduğu hayranlıkla anlatacaktı. Yoksulluğun onların hayatına getirdiği acı, insanı taş ederdi. Onlar ise, kalbinin kuzeyini sevgiden şaşırmayan o güzel insanlar oldular…
“Bak ekinler büyüyor oğlum, seslerini duyuyor musun?” diyordu babası oğluna. Yakup Bey, ekinlerin büyüme seslerini duyuyor, oğluna da dinletiyordu. Anadolu insanının emek kokan hayatı vardı onda. Sürekli bozkır güneşine bakmaktan gözleri hep kısıktı ve yüzü kırışıklıklarla doluydu.
Anacığı Halise Hanım, on üç çocuk doğurmuş; ancak yoksulluktan, bakımsızlıktan, biraz da cahillikten onunu toprağa vermişti. Onun da elleri hep çalışmaktan kocaman kocaman nasırlar tutmuştu. Öylesine sessizdi ki… Cüneyt, yıllar sonra anacığından ise, “Asla şikayet etmez; varla yok arasında yaşardı” diye bahsedecekti. Kına ile kapatmaya çalıştığı o nasırlı elleri, kurban olunası, öpülesi, sevilesiydi…
3 koyunları vardı, geçim kaynakları sayılabilecek. Cüneyt, sıfır numara saçları ve güneşten yanmış kapkara yüzüyle bütün gün o koyunların peşinde koşturuyordu. Yokluk ve acının gerçek tanımını öğrenerek yaşadığı çocukluk, neyse ki sevgi doluydu.
Üç kardeş üç hayat
Hayatta kalmayı başarmış üç kardeştiler. Yani en azından büyümeyi başarmışlardı. Büyük ablası, annesine benziyordu Cüneyt’in gözünde. Güçlüydü, çalışkandı ve onun da elleri nasır tutmuştu. Kınalı elleriyle ablası, ne çocukluğunu ne de genç kızlığını yaşadı. Cüneyt, hep sessizce, gizli gizli ağladığını düşünürdü ablasının. Onun hayatı yaz kış koyunların peşinde koşmaktan ibaretti. Çok sevdiği ablası bir hastalığa yakalandı ve doktorun olmadığı bu koşullarda yok yere öldü.
Yine de belki nefes aldığı için, yeni bir güne uyandığı için şanslıydı. Çünkü küçük ablası bir gün hiç uyanmamak üzere trajik bir son ile sonsuz bir uykuya dalacaktı. Cüneyt, yıllar sonra ailesini kendi kaleminden anlatırken küçük ablasını, “Bozkır Ağustosunun zerdalisi gibi tatlı çilliydi” diye anıyordu. Üçüncü çocuğuna hamile kalasıya kadar o da bu hayatta bir nefese sahipti. Her şey kocasının bu çocuğu doğurmasını istemediğinde başladı. Bugünkü sağlık koşulları ve teknolojinin tek karşılığı o vakitler kocakarı ilaçlarıydı. Ve maalesef, bu tatlı çilli kadın, kocakarıların ellerinde öldü.
Onu kaybetmek Cüneyt’i çok sarsmıştı. Eskişehir’in dışında, ablasının duvarlarını çamurlu elleriyle sıvadığı bir gecekondu vardı. Genç ellerinin izleri, emeğin izleri vardı bu duvarlarda… Cüneyt Arkın yazısında, “Yıllarca o izleri, ablamın ellerini hasretle öptüm” diyordu.
Bazen eski zamanlarda, ölüm bu kadar kolay ve bu kadar acımasız olabiliyordu; çaresiz bırakıyordu insanı.
Ailenin diğer üyeleri
Köpekler, kuzular, kuşlar ve bir eşek de, Cüreklibatır ailesinden sayılıyordu. Üç çoban köpeğinden en çelimsizine, anasız büyüdüğü için Öksüz adını vermişlerdi. Cüneyt, onun gözlerine baktığında derin bir keder gördüğünden emindi. Belki bu sebepten ona ayrı bir düşkündü; Öksüz de ona. Bir yabancıyı asla yanına yaklaştırmaz, hep koruma içgüdüsünde Cüneyt’le oyunlar oynardı.
Bir de onsuz yaşayamayacak bir eşeği vardı; o da ailedendi. Sevgi selinden mütevellit, “Sevdam” demişti adına. Birbirlerine ayrı düşkünlerdi; hele Sevdam’ın Cüneyt’e olan düşkünlüğü, tam anlamıyla sevginin, vefanın tanımı gibiydi. Sürekli ahırdan kaçıp okulun önünde çok sevdiği arkadaşını bekliyordu. Ne zamanki o güzel gözleri Cüneyt’i görüyor, her şey kendiliğinden normale dönüveriyordu. Kocaman başını, Cüneyt’in küçük göğsüne bir kerecik yaslayabilmek içindi tüm bu kargaşa.
Gözlerinden hüzün eksilmeyen anasız kuzuları da aileden bellemişlerdi. Analı kuzular hoplayıp zıplarken onların bir kenarda duruşu, çok dokunmuştu içlerine. Ahırlarına yuva yapan bir çift kırlangıç ve onların küçük yavrularını da aldılar ailelerine. Hepsini ailenin bir üyesinden ayırmadan, “sevdiler”.
Tüm bu hayvanlar belki de Cüreklibatır ailesinin kaybettiği çocuklarını temsil ediyordu. Kalplerinde evlatlarının acısını sessiz sedasız biriktiren Halise Hanım ve Yakup Bey, bu hayvanlara ana baba olmayı seçmişti. Ve saf sevgiden kat ettikleri bu yol, evlatlarına kocaman güzel birer kalp olarak dönecekti…
Cüneyt Arkın’ın ailesinden bahsettiği enfes yazıdaki en samimi cümleydi belki de: “Benim ailem işte böyle geniş çeşitliydi. Ben dostluğu, vefayı, sevgiyi, köpeklerimden, eşeğimden, kuzularımdan, kuşlarımdan öğrendim”.
Eğitim hayatı
Cüneyt, tüm bu yoksulluğun, yokluğun içinde doktor çıkacaktı. Annesinin ısrarıyla başladı okul hayatı. Eskişehir Necatibey İlkokulu’na gitti. Çocukluğu boyunca en sevdiği hikayeler, menkıbeler oldu. Bir gün kamera karşısında bu kahramanlara can vereceğinden habersiz, Battal Gazi, Köroğlu hikayelerini okuyarak büyüdü.
Daha sonra Eskişehir Atatürk Lisesi’nde eğitim gördü. Sanata merakı da işte bu lise sıralarında çıktı ortaya. Sevdiği hikayeleri sadece okumakla yetinmemişti. Artık onlardan yazmak istiyordu. Bu dönemde hikayeler yazdı ve onları dergilere göndermeye başladı. Ancak bir yandan da babasına yardım etmek için koyunlara bakmaya devam ediyordu. Koyun kokusu, onun teniyle özdeşleşmişti artık; emeğini hep üzerinde taşıyordu. Tabii bu koku, bir başkası için emeğin karşılığı olmayabiliyordu. Kolay kolay kimse yaklaşmazdı yanına; haliyle arkadaşı da yoktu.
İşte bu sıralardaydı büyük ablasının ölümü. Bir yandan yoksulluk, bir yandan doktor yokluğu, ablasının neden öldüğünü bile bilmeyişi… Sonunda sıra üniversiteye geldiğinde, hayatında en çok yokluğunu çektiği şeyin peşine düşmeye karar verdi. 1961’de, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun oldu.
Üniversite zamanları da hiç kolay değildi. Para diye bir gerçek vardı ve maalesef o da onlarda yoktu. İstanbul’da tren garında indiğinde ilk önce sorduğu soru, “İstanbul’da en ucuza nerede yatılır?” olmuştu. Sirkeci cevabını aldıktan sonra, burada bir otel odası buldu ve iki yılını bu odayı inşaat işçileriyle paylaşarak geçirdi. Ders zamanlarında okulda ders dinliyor, geri kalan zamanlarda da inşaatlarda çalışıyordu.
Hikaye yazmaya üniversite de devam etti. Hatta eğitimi sırasında arkadaşlarıyla şiirlerin ve hikayelerin yer aldığı, “Erek” adını verdikleri bir dergi bile çıkardılar. 1957’de, Cemal Süreya ile tanıştı ve öykülerini değerlendirerek Pazar Postası’na gönderdi. Tabii ilerleyişi yazarlık üzerinden olmayacaktı…
Açlığını aslında en güzel ve en kolay balık tutup kendine verdiği ziyafetlerle gideriyordu. Eğitiminde ilerledikçe evlerde hasta bakıcılığı yapmaya başladı. Acı tatlı anılarıyla tamamladığı üniversite hayatı içinde bu günleri şöyle anlatacaktı yıllar sonra: "Evlerde 24 saat ağır hasta bekliyordum. Altlarını temizliyor, kriz anlarında doktorun talimat yazısına göre hemen müdalale ediyordum. İlk gün on lira aldım. Hemen fırına koştum. On liralık ekmek aldım. Oburca, kusacak kadar yedim. Adeta çiğnemeden yutuyordum. Sonunda kustum.Ama yine yedim. Kalanları yatağımın başucuna koydum. Oda arkadaşlarım dalga geçiyorlardı. Umurumda değildi. Ekmekleri orada görmekle açlık korkumu yeniyor, huzur buluyordum."
Sinemaya ilk adım
Askerlik yaşı gelip çatmıştı. Üniversiteden sonra memleketi Eskişehir’e döndü; askerlik vazifesini yedek subay olarak yerine getirdi. Bu sıralar Halit Refiğ, “Şafak Bekçileri” filmi için yönetmen koltuğundaydı ve bu filmi Cüneyt’in askerlik yaptığı yerde çekiyordu. Başrolünde Göksel Arsoy’un oynadığı film için gerçek subaylar kullanmak istedi ve bu sırada Halit Refiğ’in gözüne yakışıklı Cüneyt takıldı. Filmde oynamadı; ama tanışmış oldular.
Askerlik bittikten sonra Cüneyt de hayatına döndü. Bir süre Adana ve civarında doktorluk yaparak kazandı hayatını. Şöhret pek aklında yoktu belki, ama çok hayali vardı. 1963’te Artist mecmuasının düzenlediği yarışmaya katıldı ve birinci oldu.
Kader ağlarını özenle örüyordu. Yağmurlu bir gündü. Cüneyt, Beyoğlu’nda yürürken Halit Refiğ ile karşılaştı. Ayaküstü sohbette Halit Refiğ, “Gurbet Kuşları” filmini çektiğini söyledi ve Cüneyt’e bir rol teklif etti. Cüneyt de iş arıyordu aslında. Kabul etti ve başladı çalışmaya.
Hala “Fahrettin Cüreklibatır” adıyla yaşıyordu. Sinemaya geçişte hayatında değişen ilk şey adı oldu. Ona bir sahne adı gerekiyordu. Hepimizin onu tanıyıp seveceği Cüneyt Arkın adını ona gazeteci Vecdi Benderli verdi. Cüneyt Gökçer’den adını, Ramazan Arkın’dan da soyadını almıştı.
Böylece Cüneyt Arkın sinemaya girişini yaptı.
Hayatını değiştiren sahne
“Gurbet Kuşları” filminin sonundaki dövüş sahnesini çekerken kader hala devam ediyordu işleyişine. Çünkü bu sahneden sonra Halit Refiğ, aksiyon filmlerinde yer almasını önerdi. Malkoçoğlular, Battal Gaziler, Kara Muratlar işte bu günün ürünleri olacaktı.
Romantik birkaç filmde de rol aldı aslında; ama bir yandan da bu fikir aklına yatmıştı Cüneyt’in. İstanbul’a gelen Medrano sirkini duyduğunda bir şeyler öğrenebilirim düşüncesiyle orada bir iş bulmak için nerdeyse kapılarında yattı. Akrobasi eğitimleri karşılığında bir sene boyunca geceleri çalıştı bu sirkte. Ahır temizledi, en ağır işleri yaptı; ama hiç gocunmadı. Meziyetlerini geliştirdi burada.
Ardından Kazak sirki geldi. Burada buluğu işte de, at binme tekniklerini öğrendi.
Ayrıca siyah kuşağa ulaştığı 6 sene süren bir karate eğitimi aldı. Malkoçoğlu, Battalgazi filmleri böylesine hummalı bir çalışmaların üzerine doğdu. Türk Sinemasında türlerinin ilk örnekleriydiler onlar. Büyük bir hayran kitlesi bulmuştu kendine. Anadolu’nun esintisi buram buram sardığından sebep, takım elbiseli adamların romantizmlerinden sonraki bu keskin geçişi sevmişti halk. İyi ve kötünün en şiddetli ortamlarda karşı karşıya gelişi, kılıç savaşları ziyadesiyle dikkat çekiciydi. Anadolu’nun değerleri, kahramanın kendini feda eden sonsuz cesareti, bükülmeyen bileği ilk kez sinemadaydı.
Cüneyt Arkın’ın hayatından ve bu filmlerden yola çıkarak verilen mesaj şuydu aslında: İyiler çok çalışırlar ve vazgeçmezlerse, kötülerin kazanma şansı yoktu.
İşte bir sahnede böyle hayatı değişti Cüneyt’in ve Anadolu’da bir Cüneyt Arkın efsanesi yayılmaya başladı.
Dönemin filmlerini çekmek için şimdiki gibi geniş çaplı bir prodüksiyon büyük bir lükstü. Özel efektlere ayrılacak bir bütçe pek mümkün değildi. Bunun yanında Cüneyt de filmlerinde o zor sahnelerin hepsinde kendisi yer almak istemişti. Bu her seferinde kendini büyük tehlikeye atmak demekti. Kolu, bacağı, beli derken ne çok sakatlık yaşayacaktı… “Sakatlıklar serisine bir yenisi daha eklendi” diye atılıyordu manşetler gazetelere. Malkoçoğlu, Kara Murat, Battal Gazi… Hepsi ayrı birer emekti.
(İlk eşi ve kızı Filiz)
Cüneyt Arkın evlendi
Sanat hayatı onun için henüz başlamıştı ki, 1964’te, kendisi gibi doktor olan Güler Mocan ile evlendi. 1966’da, Filiz adını verdikleri kızları geldi dünyaya. Ancak bu evlilik pek de uzun sürmedi. 1968’de boşandılar.
Cüneyt, iyiden iyiye şöhret olduğunun farkındaydı. Kendi deyimiyle, bunu hayatının alt üst oluşundan anlamıştı. Öylesine yok olmak üzere olduğunun farkındaydı ki, neredeyse karşısına çıkan birine “Benimle evlen” diye yalvaracaktı.
Şöyle anlatacaktı daha sonra bu zamana ait duygularını: “Artık kendimi yaşamıyordum. Sinemada var olma kavgası, gereğinden fazla tanınmak, önemsenmek; bütün gençlik hayallerimi, kendim olarak yaşanma isteğimi yok etmişti. Gene de direniyordum. Çoğu kez öylesine bunalıyordum ki, hasretle, yoldan geçen bana sırtı dönük giden bir kadının arkasından koşup, ona usulca dokunayım ve “Ne olur benimle evlen” diye yalvarayım hayalleri kuruyordum”.
(Eşi Betül Hanım ve oğulları ile)
Yok olduğunu, yavaş yavaş eridiğini hissettiği bu süreçte bir partide onu gördü. Usulca yaklaştı. Belki de kafasında hala hayal kurmaya devam ediyordu. Neden sonra karşısındaki bu güzel kadının garip bakışlarını fark ettiğinde sıyrılabildi düşüncelerinden. Yine de derin bir hülyadaydı aslında. Kendini bir çocuk gibi özgür hissediyordu şimdi.
Sadece “Ben Dr. Fahrettin” diyebildi. Karşısındaki kocaman gözlerinden hüzünlü bir mavilik akıtan bu güzel kadın ise, “Betül” dedi ve sonra sustular. Bu ilk görüşte yaşanan şu film aşklarından gibi bir şeydi sanki. Kısa bir süre sonra evlendiler. Artık yalnız olmayacaktı. Onu saran düşüncelerinin ortasında bir ortağı vardı ve “Betül, cennetim oldu” diyecek kadar çok seviyordu.
Bu evlilikten 1975’te dünyaya gelen ilk çocukları dünyaya masmavi gülümsemiş, aşklarını taçlandırmıştı. O sırada Kara Murat’ı çekiyorlardı. Yapımcı Türker İnanoğlu, “Hayırlı olsun! Oğlunun adı Kara Murat olsun” dedi. Murat koydu oğlunun adını.
Aradan bir yıl geçmişti ki, Kaan Polat adını verdikleri oğullarını aldılar kucaklarına. Cüneyt Arkın’ın deyimiyle, Murat, bir gözü, Kaan Polat, diğer gözü olmuştu…
Dostluk anlayışı
En yakın dostları Yılmaz Güney, Kemal Sunal, Tarık Akan’dı. Cüneyt Arkın için kurduğu dostluk, her şeyden önde geliyordu. Çünkü emeğin değerini en iyi anlayan insanlardandı ve büyüdüğü koşulları hiç unutmadı.
12 Mart (1971) dönemi yaşanıyordu. 1972’de düzenlenen 4. Altın Koza Film Festivali’nde jüri, Yılmaz Güney’i “Baba” filmindeki rolüyle "En İyi Erkek Oyuncu” seçti. Ancak dönemin siyasi baskıları, bu ödülü iptal etti. Ödülün ilk oylamada “Yaralı Kurt” filmindeki performansıyla ikinci seçilen Cüneyt Arkın’a verilmesi kararlaştırıldı. Ancak Arkın, ödülü reddetti. Gerçekten de bir zamanlar manşet oldukları gibi “Kralın halinden kral anlar”dı.
Tarık Akan ile de böyle bir anısı olacaktı. Akan, “Maden” filmini çekmek istiyor, ancak maddi durum sorun oluyordu. Arkın yetişti imdadına. Omuz omuza çektiler filmlerini. Maden, işte böyle doğdu. 1978’de çektikleri bu film, dostu Akan’a, Altın Portakal’da En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü getirdi.
Aslında işte Yeşilçam’ı yaşatan, büyüten, bugünlere getiren bu birbirine kenetlenen güzel insanların varlığıydı…
Vatandaş Rıza
Bir yanda ünü, bir yanda ailesi; Cüneyt iki tarafta da dengeyi kurmuştu. Yeryüzünün tüm güzelliklerini yüzünde taşıdığına inandığı karısı, hayatına tarifsiz bir mutluluk getirmişti. O gülümsediğinde, tüm dünyası gülümsüyordu.
Hele çocukları da olduktan sonra, tüm sevgisini onlara vermekle yetinmedi. Her bildiğini de yavaş yavaş aktarmaya başladı. Şu günlerde babasının mesleğinin izinden giden oğlu Murat, ilk kez kamera karşısına geçtiğinde 4 yaşındaydı.
“Vatandaş Rıza” filmi çekilecekti ve bir ana-oğul arayışı başlamıştı. İkisi de ayrı ayrı bulunup getiriliyor; ama bir araya gelince aranan uyum bulunamıyordu. Bir gün Cüneyt eve geldiğinde, karısı da o anda Murat’ı kucağında uyutuyordu. Gözünün önündeki tablo, gözüne cennetten bir resim gibi göründü. Böylece karısı ve oğlu ile Vatandaş Rıza çekimleri başladı.
Bir sahne var sonra onlara ölümsüz bir anı olacak: Aylardan Kasım. Öldüresiye soğuğun içinde yağmurlu bir gecede, itfaiye arabası su sıkıyor. Açlık grevinde Murat, açlık grevine katılan ilk yakını olacak babasının. Tazyikli su ve yağmurun içinden geçip “Beni babamdan kimse ayıramaz” deyip, babasının yanına oturacak.
Murat, gerçekten de küçücük bedeniyle dişleri takırdaya takırdaya, titreyerek “Beni babamdan kimse ayıramaz” dedi ve geldi yanına oturdu.
Bu sanki bir filmin sahnesi değildi. Öylesine duygu yüklü, öylesine gerçekti ki, Cüneyt’in gözyaşları yağmura karıştığından pek anlaşılmamıştı.
İşte o andan sonra, hep “Bizi, birbirimizden kimse ayıramaz” demek düştü onlara. Belki de hayatlarının en muhteşem anlarından birisiydi…
Kaçış
Kaan da bir filmde oynadı: Kaçış. Cüneyt Arkın, hapisten kaçıp oğluna kavuşmak için her türlü zorluğa karşı koyan bir babanın hikayesini anlatıyordu bu film.
Bu filmin can alıcı sahnesinde de, Kaan, uzun sarı saçları, masmavi gözleri ve çilli yüzüyle babasına kavuştuğunda yaşanıyordu.
Kaan, küçük, sıcacık elleri ile babasının yüzünü hasretle okşuyor ve “Babam” diyordu.
Arkın, ailesinden bahsettiği yazısında, “Şimdi kocaman birer herif oldular. Hala öylesine içten ve güzel baba derler ki…” diye veriyordu bu sahnenin hakkını…
70’ler 80’ler – 90’lar ve sonrası
Romantik jön filmleriyle başladığı sinema kariyerini hareketli filmlerle sürdüren Arkın, hemen her karaktere can verdi. O, her filmde aranan kan gibiydi.
70’ler, Arkın’ın şöhretinde zirveye ulaştığı zamanlardı. Birçok sosyal içerikli filmde de rol almıştı aslında; ama ünü Malkoçoğlu ile yayıldı. Artık sadece ülkesinde değil, yurt dışına da taşmaya başlamıştı. Özellikle İtalya’da büyük ilgi görmüştü; orada “John Arkin” adıyla tanınıyordu. Ancak dil problemi sebebiyle yurt dışı ünü kısa sürecekti. Oysa Halit Refiğ’e göre, şu dil problemi olmasa dünyaca tanınacak bir oyuncu olabilirdi.
80’ler Ölüm Savaşçısı, Sürgündeki Adam, Kavga, İki Başlı Dev gibi aksiyon filmleriyle geçti. Ancak bir tanesi vardı ki, yeri ayrı olacaktı. 80’lerin başıydı; 1982’de, yönetmen koltuğunda Çetin İnanç’ın oturduğu, Türk sineması için ayrı bir renk, Dünyayı Kurtaran Adam filmiyle sevenlerinin karşısındaydı Arkın. Bu film, dünya sinema tarihinde en kötü 100 film arasına girdi. Zamanla bir kült film olacaktı. Ve yıllar sonra, eğlenceli bir proje ile bu filme bir selam gönderildi. 2006’da, “Dünyayı Kurtaran Adam” filminin devamı niteliğinde “Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu” çekildi. Bu kez Arkın, oğlu Murat ile kamera karşısına geçmişti.
90’lar ise, Arkın’ın polisiye dizilere yöneldiği yıllardı. Televizyon yükselişteydi ve sinema oyuncuları da yavaş yavaş bu tarafa yöneliyordu. Haliyle bunca eğitimden sonra onun başlangıcı polisiye ile oldu. 1992’de “Polis”, 1993’te “Zirvedekiler” ve “Merhamet”, 1995’te “Bizim Ev” gibi dizilerde yer aldı.
1998’de “Gülün Bittiği Yer” adlı filmde oynadıktan sonra, 2000’de yönetmenliğe soyundu ve “Oğulcan” adını verdiği filmi çekti.
Yine 2003’te “Serseri” ve 2005’te “Köpek” adlı dizilerde yer aldı.
Ödülleri
Cüneyt Arkın, kuşkusuz Yeşilçam’ın en özel jönlerinden biriydi. Haliyle buralara gelirken geçtiği yollarda ödüllere layık görüldü.
1969’da “İnsanlar Yaşadıkça”, 1976’da da “Mağlup Edilemeyenler” filmiyle, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde; 1972’de ise, “Yaralı Kurt” filmiyle Adana Altın Koza Film Festivali’nde “En iyi Erkek Oyuncu” ödülünü aldı.
1999’da 36. Antalya Film Şenliği’nde “Yaşam Boyu Onur Ödülü”ne layık görüldü. Bu ödülü 2013’te aldığı 3 ödül izledi: Engelsiz Yaşam Vakfı tarafından “Yaşam Boyu Meslek ve Onur Ödülü”, 18. Sadri Alışık Tiyatro ve Sinema Oyuncu Ödülleri’nde “Yaşam Boyu Onur Ödülü” ve “2013 Yılı Kültür ve Sanat Ödülü”.
Hastalık süreci
Arkın, romantik jön filmlerden hareketli filmlere doğru seyreden sinema yaşamı boyunca çok çalıştı. Bizlerin bugün bir buçuk saat boyunca ekrana kitlenip izlediğimiz o filmler, hiç de kolay çekilmemişti. Ardında koca bir emek vardı.
Öyle ki Arkın, at binme ve karatede uzman sporcu unvanına sahipti. Canı pahasına dublör kullanmadan çektiği o filmler vücudunda birçok kırığa sebep oldu. Belki tüm bu yorucu çalışma temposu, belki biraz da zamanın etkisi Arkın’ı 2009’da sinir sıkışması sebebiyle hastaneye yatırdı. Tedavisi yaklaşık 3 ay sürdü. Neyse ki her şey normale dönmüştü.
En son geçen hafta bir hastane haberi daha geldi Malkoçoğlu’ndan. Silivri’deki yazlığında tatil yaptığı sırada rahatsızlanan Arkın, hastaneye kaldırıldı. Kalp ve akciğerlerinde sıkıntı yaşayan Arkın’ın tedavisinin sürdüğünü belirten doktoru, şükürler olsun ki güzel haberler verdi.
Kalbimizde yeri ayrı olan isimlerden güzel adam, neyse ki bizi bırakıp gitmedi. Elbette hiçbirimiz ölümsüz değiliz. Ancak yine de insan en sevdikleri konusunda hep pürtelaş. Bir an önce eski sağlığına kavuşmanı ve nice yıllar sağlıklı bir şekilde bizimle kalmanı diliyorum…
İzlemeye doyamadığımız filmleri ile kalbimize taht kurmuş, kimi zaman yakışıklı jönümüz, kimi zaman Kara Murat’ımız, kimi zaman da Malkoçoğlu’muz olarak bir Cüneyt Arkın geçiyor bu dünyadan…
İyi ki…
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Daha Fazla Yorum Yükle
0 Yorum Yapılmış