Doğum günü anısına, yeniden...
*
Bugün sevgili Erol Günaydın’ın aramızdan ayrılışının altıncı yılı. Sizce de hiç gitmemiş ya da gitmeyecekmiş gibi değil mi? Sesi bunca kulağımızda dolanırken, bir klipin sahnesinde, eskimeyen eski dizilerin karakterleri arasından bize göz kırparken bu mümkün mü?
Ne mutlu ona ki, hayattan beklediği mutluluğu dünya gözüyle yaşamış. Bu konuda gözü açmış tabii, hiçbir zaman tam olarak tatmin olmamış. Hep daha fazla oyunda rol almak istemiş. Onu güzel bir oyunda yer almak dışında sonsuz mutlu edecek sayılı şey varmış. Bir şeye böylesine sonsuz bağlı olabilmek ne güzel ve elbet ne zor. Bence hala vazgeçmedin aslında. Kalbin buralarda gibi. Konuşmasan da cümleler coşuyormuş hissi veren sahnelerin gibi. Hiç gitme olur mu?
Sevgi ve sonsuz özlemle anıyorum seni…
Aslında en başından bir kez daha,
İyi ki…
Çocukluğu ve eğitim hayatı
Erol, 16 Nisan 1933’te, yıllar sonra masal ülkesi olarak tanımlayacağı Trabzon Akçaabat’ta dünyaya geldi. Anne ve babası onu bir masalın içinde büyütüyordu adeta. Matrak ve sezgileri güçlü anacığının üçüncü çocuğuydu. Hayal gücü sınır tanımayacaktı; tıpkı başarıları gibi.
Babası Kazım Bey, Kiziroğulları lakaplı bir aileden geliyordu. Nakliye işi ile uğraşan Kazım Bey, bir gün çocuklarının eğitimini bahane ederek ailesini topladı bir kamyona ve İstanbul’a getirdi. Beşiktaş’a Aleybey Sokağına yerleştiler. Erol, 8 yaşındaydı. Burada ilkokulu birincilikle bitirmişti. Okul ve dersler işini çabuk çözmüştü. Bu süreçte onu zorlayan bir tek şey vardı: Karadeniz şivesi. Neyse ki onu da çözdü. Başarısının ardından özellikle başarısını izleyen akraba önerileriyle Galatasaray Lisesi’ne kaydı yapıldı; yatılı okuyacaktı.
Bu yatılı öğrencilik süreci Erol’un hayatı öğrenmek adına attığı ilk bilinçli adım olmuştu aslında. Kendini burada keşfetti. Ömrüne bereket olacak dostlukları işte bu sıralarda kurdu. Erol, önce öğretmenlerini hicvettiği kendi hazırladığı küçük gösterilerle sınıflar arasında bir turne yaptı. Ardından da kendini okulun Tiyatro Kulübünde buldu.
Erol’un annesi tüm şen şakraklığı ile oyunculuk işini onu ilk izlediğinde şöyle yorumlayacaktı: “Uşağum ben de seni bir şey yapıyorsun sanıyordum; sizin yaptuğunuz şey maymunluk da!” İzledikleri oyunda çocukken geçirdiği hastalıktan sebep yürüyemeyen oğlunun yattığı odanın duvarını maviye boyayan, o uçurtmayı da duvara çiviyle sabitlemiş, ipin ucunu da uçurması için kendine vererek baharı yaşatan bir baba vardı…
Erol, o uçurtmanın ipini hiç bırakmadı…
(Soldan sağa: Gazanfer Özcan, Erol Günaydın, Nejat Uygur)
Güzel dostlukları
Erol, gönlüne düşen tiyatro sevdasını edebiyatla besliyordu. Geceleri Özdemir Asaf ile geziyordu. Erol’u şöyle tanımlıyordu: “Biri vardı; o ilk ağlamayı bulup herkesi güldüren, sonra bunu unutup ağlarcasına gülen”.
Edip Cansever bir başka çok sevdiği dostu olmuştu. Sonra Attila İlhan vardı; Melih Cevdet Anday… Anday ile kız liselerindeki edebiyat matinelerine katılır; La Fontaine’den masallar okurdu. Can Yücel, Oğuz Aral, Necati Cumalı, Ferruh Doğan, hepsi, ama hepsi gençliğinin en güzel yanlarıydı… Sait Faik ise, onun için “Karaoğlanım” diyordu.
Ve gün gelecek, Gazanfer Özcanlarla, Nejat Uygurlarla birlikte anılacak; Türkiye'nin sanat yüzü olacaklardı...
Oyunculukta ilk profesyonel adım
Takvimler 1955’i gösteriyordu. Haldun Dormen Amerika’dan henüz dönmüş gencecik bir yönetmendi. Yolu onunla da kesişmişti; tanıştılar. Erol, ilk kez “Papaz Kaçtı” oyununda “Humprey” adlı bir rahibi canlandırmak için sahnedeydi. Küçük bir roldü bu; ama olsundu. Erol zaten ömrü boyunca iç rolde büyüklük aramadı. O, rolünü kendisi büyüttü ve kocaman göründü hep sahnede. Bu konuyla ilgili en güzel şeyi Ferhan Şensoy söylemişti belki de: "Erol abi, rolün büyüğünün küçüğünün derdinde değildir. En küçük rolü öyle bir oynar ki, kimseye bakamazsınız o sahnedeyken. O zaten hep başroldedir..."
Her oyuna kendinden bir şey katmanın çabasındaydı o…
Yine de ilkinin heyecanı bambaşkaydı işte. Yıllar yıllar sonra bir gün bir röportajında o günün heyecanını ve tiyatro dolu geçen yıllarını şöyle özetleyecekti: "Kadıköy Süreyya Sineması'nda ilk oyunu oynayacağız. Papaz Kaçtı diye. Orada 3. perdede küçük bir rol oynuyorum, bir papaz rolü. Heyecandan 2 perde bekledim kapının arkasında, elim zilde. Zili çalıp içeriye gireceğim. Derken, zile bastım, kapı açıldı, Haldun Dormen kolumdan içeriye çekti beni. Bir girdim, bir başladık oyuna, kahkaha, alkış, kıyamet yıkılıyor ortalık. Ben orada sessiz bir Humprey oynuyorum. Her şeyden korkan, ürken, vaaz vermeye gelen bir rahip. Durduğum yerde sağa bakıyorum alkış, sola bakıyorum alkış, yıkılıyor ortalık. Ama neyi alkışladıklarının farkında değilim.
Oyun bittiğinde ter içinde kaldım. Ne olduğunu anlamadım, herkes birbirini öpüyor falan. Ben de yüzümü gözümü sildim. Beşiktaş'a evime vapurla gittim, soyundum yattım. Sabah kalktığımda 60 sene geçmişti üstünden... 60 senedir hala tiyatrodayım..."
Erol Günaydın askerde
O zamanlarda askerlik ve öğretmenlik arasında bir seçim yapabiliyordu. O, öğretmenliği seçmişti. Ağrı’nın Diyadin İlçesi’ne bağlı Yukarı Biligan Köyü’nde yedek subay öğretmen olarak vatani görevinin başındaydı.
Köye geldiğinde görevlisi olduğu okulun çok hasarlı olduğunu gördü. Hemen maarife bir dilekçe yazdı ve okulun durumunu, burada eğitim vermenin tehlikelerini bildirdi. Bir heyet geldi, okulun durumunu inceledi. İnceleme sonucunda çıkan rapor, okulun temelden çatlak olduğunu, ancak kışın don olması sebebiyle bahara kadar çökme tehlikesinin olmadığını söylüyordu. Bu kez Erol kolları sıvadı ve daha şahsi bir yardıma başvurdu; Haldun Dormen’e bir mektup yazdı.
"Patronum, bana yazın. Bana çocuk kitapları yollayın. Benim küçük vahşilerime yardım edin. Maarif hiç yardımda bulunmuyor, okulda hiç oturacak sıra yok. Sıra yapılması için on tahta verdiler. Kalemleri, defterleri hiç yok. Tebeşir yok. Galiba bu ay maaşı bunlara yatıracağım. Önlüklük siyah kumaş yollarsanız çok makbule geçecek. Burada bulmanın imkanı yok. Dağda geçecek günlerimi süsleyecek bu güzel, gerçekleştirmek istediğim hayallerim. Muhtara söyledim, köylülerle çalışıp köyün yollarını düzelteceğiz. Baharda da köye ağaç dikeceğiz.
Patronum isteklerim çok old,u ama bunlar çok az paraya bakar. Çok özledim sizleri. Kendimi bu işlere vermezsem hiç günler geçmeyecek. Bitmeyecek...
Dağlar kadar büyüdü içim..."
Sonrası hep güneşli, hep çiçekli… Neye sevgiyle dokunursun da iyileşmez ki…
(Eşi Güneş Hanım ile)
Erol Günaydın evlendi
Erol, askerden dönmüştü; kendisine çok şey katarak. Tiyatroya olan özlemi içini kavuruyordu. Döner dönmez daha çok heyecanla, daha çok şevkle sarıldı tiyatroya…
Sonra İzmir turnesine çıktılar ve işte onunla burada tanıştı; Güneş…
Evlenmeye karar vermişlerdi. Sonra Yıldız Kenter, Müşfik Kenter, Şükran Güngör toplaşıp Manisa’ya kız istemeye gittiler. Hemen evlendiler ve İstanbul’a yerleştiler.
Erol, o sıralar Yılmaz Güney ile bir sinema filmi çekimi için İzmir’deydi. Güzeller güzeli karısı hamileydi. İstanbul’a geldi, doktora birlikte gittiler. Doktor, üçüzlerinin olacağı müjdesini işte o gün verdi. Sonra Erol çekimler için İzmir’e, karısı da hamileliğine döndü. Çok geçmeden de doğum haberi geldi.
Üç çocuk doğmuştu, ancak biri doğar doğmaz hayata veda etti. Erol doğum ve ölüm haberini henüz almıştı ki, ikinci çocuğunun da haberi geldi. Sadece biri tutunabilmişti hayata…
Yine de toplamda bu evlilik onlara üç evlat getirdi. Demek ki üçünün birlikte zamanı değildi. Günaydın çifti çocuklarına, “Ayşe, Fatoş ve Günfer” adını verdi.
90’lar öncesi ve sonrası
Erol, 1960’ta ilk sinema filmi “Yeşil Kurbağalar” ile beyazperdede boy gösterdi. Ancak bunun yanında 90’lar furyasında dizilerde de vardı elbette. Sinema filmleri, tiyatro oyunları arasına TRT’de yayınlanan Çiçek Taksi’yi de sığdırdı. Ayrıca Nasreddin Hoca tiplemesi, meddah gösterileri ve hatta seslendirmeleri ile Erol Günaydın her yerde idi…
90’larda yaşayan bir çocuksanız onu çoğunuz Çiçek Taksi’den (1995) hatırlar ama en çok. Sıcacık aile ortamı, Erol Günaydın’ın babacan tavrı ile her hafta evlerimize konuk oluşları…
1992’de Mahallenin Muhtarları’ndaydı. Sonra 2004’te Cennet Mahallesi…
Seslendirme Sanatçısı Erol Günaydın
Tüm bu çalışmalar arasında onun adı aslında birçok seslendirmede de geçti. En ünlülerini saymak gerekirse:
"Ayı Yogi, Yüzüklerin Efendisi’nde Bilbo Baggins, Yukarı Bak animasyonunda Carl Fredricksen…"
İzlediğinizde sesin sahibini tanımış mıydınız?
Ödülleri ve kitabı
Erol Günaydın tüm bu meziyetlerinin yanında bir de senaristliğe soyundu. 1965 tarihli “Güzel Bir Gün İçin” adını verdikleri sinema filminde, Erol Keskin ile birlikte 4. Antalya Film Şenliği’nde “En İyi Senaryo Ödülü"ne layık görüldüler. Filmde Altan Erbulak ile birlikte oynamışlardı. Elbette bu ömrüne sığdırdığı onlarca ödülden sadece bir tanesiydi…
Ödülleri ve birçok meziyetine eklediği bir şey daha ise, kitaptı. Gazeteci – Yazar Emine Algan’ın birkaç aylık sürede Erol Günaydın ile gerçekleştirdiği söyleşiler, 2007’de, “İki Kalas Bir Heves” başlığı altında bir kitap oldu…
Erol Günaydın öldü
Erol Günaydın ilk kez geçirdiği bir rahatsızlık sonucu 2 Ağustos 2008’de Florence Nightingale Hastanesi’ne kaldırıldı. Burada geçirdiği ameliyat sonrasında da alındığı yoğun bakım sonrası 16 Ağustos’ta taburcu edildi.
Neyse ki atlatmıştı. Durumunun iyi olduğu açıklaması geldi, ki gerçekten de iyiydi. Erol Günaydın, Okan Bayülgen’in Disko Kralı programının müdavim konuğu olarak karşımızdaydı artık. 2010’da da Athena’nın Arsız Gönül klibi için geçti kamera karşısına.
Bu sırada karısı Güneş Günaydın da yakalandığı amansız hastalığa yenik düşmüştü. Erol Günaydın, sadece "Güneşimi kaybettim" diyebilmişti...
2012’ye geldiğimizde hastalık onu bir kere daha kemirmeye başladı. Aslında çok sevdiği köpeği Sirkeci'nin ölümünün etkisi de büyüktü. 12 Nisan’da Acıbadem Kadıköy Hastanesi’nin yoğun bakım ünitesinde pnömoni böbrek yetmezliği, sepsis sebebiyle tedaviye alındı. 15 Ekim’de ise, saat 14.45’te kalp yetmezliği sonucu hayata gözlerini kapadı. Acaba kalbi sevmekten mi yorulmuştu?
Erol Günaydın, tüm sevenlerini yasa boğmuştu. 17 Ekim’de Teşvikiye Camii’nde cenaze namazı kılındı ve sonra Feriköy Mezarlığı’na defnedildi.
Ne çok başarıya imza attı. Sanat adına ne çok şey yaptı. Kuşkusuz onun en güzel hediyesi insanların katıksız sevgisi oldu. Bir düşünsenize, hangimiz onu bir filmin küçücük bir sahnesinde görüp gülümsemedik ki? Ferhan Şensoy ne kadar da haklı…
Bu güzel adamın biyografisini kendi sözleriyle tamamlamak istiyorum: "İnsanlar hayatımın en büyük serveti, bütün gezdiğim yerdeki insanlara hep sevgiyle baktım. Onlardan da sevgi gördüm. Kimseye kızmadım. Herkese hak verdim. Belki de bu sevgi dağıtımı beni çok mutlu ediyor. Bu sevgiyle belki bana hayat verdiler, nefes aldırdılar. Her zaman gülüyorum, gülümsüyorum. Ne yapayım?"
Tiyatroya olan bağlılığı, hep güzel gülümseyişiyle bir Erol Günaydın geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Not:
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Daha Fazla Yorum Yükle
0 Yorum Yapılmış