Ölüm haberini aldığım andan beri “Muhterem Nur kimdir?” dosyam açık bilgisayarımda. Gidip gelip, okuyup araştırıp sürekli yazdım. 3 gün geçti ve şimdi geceyi tamamlarken yazıyorum bu girişi. Virüsle boğuştuğumuz bugünlerde bir aşk hikâyesi yazmak iyi geldi, evet; ama madalyonun başka birçok yüzünde ülkenin gerçekleri de saklıydı. 12 yaşında tecavüze uğrayan ve utancından okula gidemeyen, sonraki iki yılı anne bildiği teyzesinin ikinci kocasının tacizlerine direnerek geçiren bir çocukluk, genç kızlık vardı o yüzde. Bir gün yolu Müslüm Baba ile kesişene kadar çok acı çekti. Aslında onunlayken de canı yandı; ama travmalarıyla yüzleşmesini bilen bir kadın olup, bu aşkın şifasını belli ki benzer acılardan geçip gelmiş Müslüm Baba’ya da ulaştırdı. Şöhretin en zirvesini de gördü, bir simit alacak parasının kalmadığı günleri de…
Çok şey sorguladığım, sorguladığımız şu günlerde, ne çok şeyi gözden geçirdim. Ne çok sorum var yine beynimde dolanan…
Şimdi en çok iyi şeylere ihtiyacım olduğundan, aşkın yaşayan, gerçek yüzünden bakmak istiyorum o madalyona. Muhterem Nur, Müslüm Baba öldüğünde iki kişilik mezar aldığından bahsederken şöyle demişti:
“Ne güzel bir şey, kemiklerimiz birlikte çürüyecek. Benim için ‘Sevdiğine gitti.’ diyecekler.”
Şimdi işte, madalyonun bu yüzünde, sevdiğine giden Muhterem Nur var…
Ruhu şad olsun!
NOT: Müslüm Gürses biyografisini okumak için tıklayınız.
Çocukluğu
Muhterem’in annesi Şira, Eski Yugoslavya’da, şimdinin Makedonya sınırları içinde olan Manastır şehrinde bir genç kızdı; okul zamanında bir Hocasına gönlünü kaptırmıştı. Ancak bu adamın, evli-çocuklu olduğundan, onunla gönül eğlendirdiğinden habersizdi. Başında kavak yelleri esiyordu genç kızın, âşık olmuştu. Muhterem yıllar sonra bir röportajında bu olaydan bahsederken, “Kim olsa o yaşta âşık olur.” diyordu. Anneciği 16 yaşındaydı ve sonunda hamile kalmıştı işte. Âşık olduğu adam, bunu söylediğinde, ona sırtını döndü. Yanlış bir adamın aşkı, onu felakete sürüklüyordu…
Şira, bir başına kalmış, ölesiye bir korkunun içindeydi. Zaten sonu da buydu ya… Yapayalnız kalmıştı. Kimseye söyleyemeyeceği bu gerçeği, bir arkadaşı ile paylaştı. Zaman da geçiyordu bir yandan. Hamilelik ilerliyordu. Arkadaşına söylemese belki bir ihtimal bir çözüm bulur muydu bilinmez; ama arkadaşı bu sırrı tutamamıştı. Ailesi de öğrenince, babasını Kosova’dan çağırdılar. Hocası, yani bebeğin babası da bu sırada ortalardan kayboldu.
Babası gelir gelmez soluğu adamın evinde aldı. Hesap sormalıydı; ama karşısına yanında çocuğuyla bir kadın çıktı ve “Eşim yok!” dedi. Acaba kadın her şeyden haberdar mıydı, bilemedi. Zaten bunu düşünecek kadar sakin de değildi. Öfkeden köpürüyordu. Hırsını alamayınca kızının yanına geldi ve onu kolundan tuttuğu gibi “Doğum yapana kadar burada kalacaksın!” diyerek evin alt katındaki şarap mahzenine kapattı. Bir penceresi bile olmayan, hava almayan, buz gibi bu yerde Şira’nın çilesi, asıl şimdi başlıyordu. Ablaları Şira’ya gizli gizli yemek, su verebilmek için fırsat kolluyordu. Genç kızın başka da boğazından bir yudum su, bir lokma ekmek geçmesi mümkün değildi zaten…
1932 yılbaşı gecesi, altı ayı doldurmak üzereyken Şira’nın sancısı tuttu. Çığlıkları mahzenin duvarına çarpıp çarpıp kulaklarını çınlatıyordu. Sofrada içi elvermeyen ablası Şivga, şarap alma bahanesiyle Şira’yı kontrol etmek için mahzene indi. Ablası geldiğinde, Şira çoktan doğum yapmıştı. Acılar, çığlıklar içinde bir kız çocuğu dünyaya getirmişti. Hemen Ebe Raziye’ye haber ettiler. Şira, oracıkta can vermişti. Babası, ebeye bebeği işaret ederek, “Al bunu, karların ortasına bırak.” dedi. Sesinde hala öfke vardı. Bunca zaman bir an olsun dinmemişti. Şimdi küçücük bebeği, “Hayvanlar yesin.” diye ekleyerek ölüme terk ediyordu. Kadıncağız biçare, bebeği alıp bir Türk camisine götürdü. Merdivenin başına bıraktı. Namaz kılmaya gelecek cemaat görür diye umuyordu. Bırakıp gidemedi Ebe Raziye, karşı evin bahçesine saklandı. Bebeğin üzerini kar giderek örtüyordu. Kimse de fark etmemişti. Daha fazla dayanamadı, gidip bebeği aldı. Kalbi dayanmamıştı şu el kadar bebeğin daha doğar doğmaz yaşadığına. Aldı, evine götürdü. En azından birkaç gün bakar, bu sırada ne yapacağını düşünürdü…
Manastır’dan tanıdığı Havva geldi Raziye’nin aklına. Dul bir kadındı ve o da bebeğini üç aylıkken yitirmişti. Hayatta insanlar birbirlerinin eksik yanlarını böyle tamamlıyordu demek. Havva, biraz para karşılığında aldı bebeği. Kaybettiği yavrusunun yerine sevecekti onu. Teyzesi, Raziye’ye “Bebeği kime teslim ettiysen söyle, adını Olga koysun.” diye tembihlediğinden bebeğin adı Olga oldu. Aslında teyzesi öyle çok istiyordu ki Olga’ya kendisi baksın. Kaybettiği kardeşinden geriye bir tek o kalmıştı. Ama olmazdı. Çatışmalı günlerdi. Yugoslav hükümetinin Müslümanlara yaptığı baskılardan Manastır Türkleri de nasibini alıyordu. Onun bitmesini bekliyordu. Ancak bitmeyecekti. 1938’de göçler başlayınca iki teyze de yola çıkıp Türkiye’ye, Tekirdağ’a geldiler. Göç yolunda tanıştıkları iki Türk ile evlendiler. Böylece adları Şevkiye ve Bedriye olmuş, yoksulluk da başlamıştı. Hiçbir şey kolay değildi; ama şimdi daha da zor olacaktı. Oysa Kosova’da bambaşka bir hayatları vardı. Olga’nın büyükbabasının bir kumaş fabrikası vardı. Halleri vakitleri yerindeydi. Ama insanlar tarafından da pek sevilmezdi. Şimdi kızları aslında bilmediği bir zorluk bekliyordu…
Bu sıralarda Havva da öldü. Olga da küçücük haliyle yine dünyada yalnız kalmıştı. Şevkiye teyzesi, onu yanına alacaktı bu sefer. Türkiye’ye kaçak soktular minik Olga’yı. II. Dünya Savaşı’nın dehşet saçan yüzünde, bir kamyonda gizlice İstanbul’a kaçırıldı. Bu sırada Eyüp’e yerleşmişlerdi. Olga hiç konuşmuyordu. Doğduğu ilk günden beri yaşamın tüm yükü sanki kalbinin bir odacığına yerleşmiş, bedenini esir almıştı. Sonra teyzesinin Mehmet adını verdikleri bir oğlu oldu; kardeşi vardı artık. Ancak bu kez de teyzesinin kocası öldü. “Tek başına kadın, hem gavur! Yalnız kalmasın.” dediler, tekrar evlendi. Zaman onlar için pek kolay akmıyordu.
Olga’nın küçük kalbi, belki bu kadar zannediyordu. Çünkü bu kadarı da çok ağırdı küçük bedeni için. Oysa daha adı da dahil olmak üzere çok şey değişecekti. Zor günler kapıdaydı; henüz daha güzelleri ile karşılaşacağını bilmeyen bir küçük çocuktu sadece. Yıllar sonra bugünleri anlatırken şöyle diyordu: “Ben dünyaya doğmakla hata yapmışım veya beni doğuran hata yapmış.” Sadece yaşarken değil, geçmişe dönüp anarken de zordu. Babası olacak adamın bir fotoğrafını bile görmemişti. Merak da etmemişti. Daha 16’sında gencecik anneciğinin onun yüzünden ölüşünü, ona yalan söyleyişini, sahip çıkmayışını affedemiyordu.
Hiç affetmeyecekti…
Okulu bitiremedi
Okula başlayacaktı artık Olga; ama bir kafa kağıdı olmadan olmazdı. Muhtar çözdü bu işi. 1930’da ölen Keşanlı Kamber Hasan Kısa’nın adını yazdılar baba hanesine. Ve adı da Muhterem olarak değişti. O, artık Olga değil, Muhterem Kısa’ydı. Bir yandan büyümüş hissetti Muhterem. Bir yandan da yeni bir hayat onu bekliyordu. Okula başlayacaktı.
İlköğrenimi için Eyüp 36. İlkokulu’na kaydoldu. Okulu çok seviyordu; ama çok sessizdi. Diğer öğrenciler onu ya ‘Dilsiz’ ya da ‘Gavur’ diye çağırıyordu. Ortaokulda onu herkese karşı koruyan bir Hakkı Öğretmen’i vardı, en çok onu seviyordu. Dersleri de fena değildi. Ne kadar sevse de okulu bitiremeyecekti…
“Henüz 12 yaşındaydım ve evet, tecavüze uğradım”
Bir Pazar günüydü. Teyzesinin Rami’de, gecekondu mahallesinde oturan bir arkadaşına misafirliğe gittiler. Çocuklarla sokakta saklambaç oynuyordu. Bir yanı inşaat bölgesiydi buranın. İnşa edilmekte olan duvara yüzünü dönüp saymaya başladı Muhterem. Birkaç rakam ilerlemişti ki, bir sessizlik oldu. Ürperdi. Yavaşça arkasını döndüğünde karşısında onun yanında dev sayılacak bir adam duruyordu. Bunca zaman tüm sustuklarıyla bağıracaktı ki, yüzüne inen sert bir tokattan sonra hızla ağzını kapadı. Her şey bir anlık, tek çırpınışlık ve sertti.
Yıllar sonra bu anı, “Henüz 12 yaşındaydım ve evet, tecavüze uğradım… Bütün aileler çocuklarına dikkat etmeli. Gün oluyor dalıyorlar, çocuklar dışarıda oynuyor, neredeler, başlarına ne geldi haberleri olmuyor.” diye anlatacaktı…
Balat Hastanesi’nde gözlerini açtığında aklında kalan tek şey korku ve acıydı. Herhalde kafasını çarpmış olacak ki, başında bir ağrı vardı. Onu, gecekonduları için toprak almaya gelen kadınlar bulmuştu baygın halde. Bu anın acısını da, utancını da silemedi Muhterem. Kendine geldiğinde çok utanıyordu. Okul hayatı da bitti. Çünkü “Eyüp’te bir kız çocuğuna tecavüz edildi.” diye bir gazeteye manşet olmuştu. Ne kadar çok istese de bir daha utancından okula gidemedi…
Sadece okul değil, günlük yaşamı da ilerlemedi bir süre. Erkeklerden nefret ediyordu. Hem korkuyor, hem de garip geliyordu. Tabii yaş aldıkça insan üzerinden çocukluğun getirdiği yoğun korkulu halleri de atıyordu. Ama yine de bu yol da kolay yürünmedi…
(Müslüm Gürses ile)
Annesiyle hayat mücadelesi
Teyzesine anne diyordu. Onu anne kabul edip ilerledi. Tecavüzden sonra zaten alt üst olan psikolojisine bir de teyzesinin ikinci kocası eklenmişti. Sürekli sarhoştu adam. Annesi de çalışıyordu. Annesi işe gidince Muhterem’e saldırıyordu. Sonra tacizlere başladı. Edep yerlerini gösteriyordu kıza. Bu zulüm 13-14 yaşlarına kadar devam etti. Bir gün artık tecavüze kalkıştığında annesi kurtardı onu ve adamı kapı dışarı etti. İşte o gün, ilk kez yalnızlık hissi silindi Muhterem’in gölgesinden. Annesine hayatını adadı…
Muhterem, 14 yaşındaydı. Eyüp’te bir dokuma fabrikasında çalışmaya başladı. Annesiyle omuz omuza verdiler. Kolay değildi. Ama zaten ne zaman kolay olmuştu ki…
Beyoğlu’nu ilk keşif
Mahallelerinde bir Yıldız Abla vardı Muhterem’lerin. Sahneye çıkıyordu. Çok güzel elbiseleri vardı. Ne kadar elbisesi varsa ipe asar, gösteriş yapardı. Muhterem, Yıldız Abla’dan alamazdı gözlerini. Bir gün dayanamadı ve sordu: “Yıldız Abla, bunları nereden aldın?” Öylesine merak ediyordu ki! Onun için bu elbiseler rüya gibiydi. Yıldız Abla, “Gel seni de Beyoğlu’na götüreyim.” dediğinde çok farklı bir duygu hissetti Muhterem: Heyecan. Evet, heyecan. Gecekondudan ve Eyüp Sultan’dan başka bir yere gitmemişti ki! Bir rüyanın içindeydi sanki…
Beyoğlu’na vardıklarında bir başka dünyaya gelmiş gibiydi. Binalar, sanki o baktıkça daha da yükseliyordu. Büyülenmiş gibiydi. Üzerinde okul önlüğü vardı. Zaten başka da giyecek bir şeyi yoktu. Beyoğlu’nu ilk kez görüşünü, kendini buraya ait hissedişini hiç unutmayacaktı. Ve buraya ikinci kez geldiklerinde hayatı değişecekti…
Dönüm noktası
Beyoğlu’na ikinci kez mahalleden ve aynı zamanda okuldan arkadaşı Zeren ile gitti Muhterem. İlki kadar deli bir merakı yoktu. Yani en azından merak ettiği Beyoğlu’nun kendisi değildi. Daha çok ‘Ben burayı zaten biliyorum.’ hissiyatını yaşıyordu büyük büyük. Bir yandan da bambaşka bir heyecanı vardı. Bugünün hayatının değişeceği o gündü…
Gazetede “Artist aranıyor.” diye bir ilan görmüştü Muhterem. Arkadaşıyla otobüse binip, Beyoğlu’na gittiler. Ağa Camii önünde karşılaştıkları bir adam, şöyle bir süzdü Muhterem’in genç yüzünü. Bir sağına bir soluna baktı ve “Çok güzel burnunuz var.” dedi. Korkmuştu Muhterem. Hafızasının çağırdığı çok taze anılar vardı. Kaçırılacağını bile düşünmüştü. Bir yandan da kalbini uçuran heyecanın karşısında öylece duruyordu. Adam, “Ben sanatçıyım, senaryom var.” diye söze başladığında, kalbinin sesini dinlemeye karar verdi. Onu keşfeden kişi, Beyoğlu’nda inzibat subayı olan, sonradan da Film San Vakfı Başkanı olacak olan Ümit Utku idi.
Ertesi gün hazırlandı ve bu kez tek başına çıkıp film şirketine gitti. Ve o gün filmlerde oynamaya başladı…
(Üç Arkadaş filminden)
Sinemaya ilk adım
1950’lerin başıydı ve Muhterem, ilk film teklifini Muharrem Gürses’ten aldı. 1951’de, Yıldızlar Revüsü filminde figüran olarak sinemaya ilk adımını attı. İkinci kez kamera karşısına geçtiğinde ise, 1952’de, yönetmen koltuğunda Osman Seden’in oturduğu ‘Kanun Namına’ filmindeydi. Bu filmlerde ‘Aysel Utku’ adı ile yer aldı. Ancak daha sonra Ümit Utku’nun da önerisiyle ‘Muhterem Nur’ adı ile sinemada yer almaya başladı. Yakın zamanda onu bir şöhret yolculuğu bekliyordu…
İlk kez ‘Boş Beşik’ filminde başrol aldı. 1958’de, Memduh Ün’ün yönettiği, Fikret Hakan, Semih Serezli ve Salih Tozan ile başrolleri paylaştığı ‘Üç Arkadaş’ filmi ise, Muhterem’i yıldızlığa taşıdı. Bu filmde, kör bir genç kızı canlandırmıştı. Yetenekliydi. Naif bir güzelliği vardı. Çok seviliyordu. Sinema tutkunlarının gönlünü kazanmıştı. Türk sinemasının en yetkin uzmanlarından biri olan Agâh Özgüç’ün de yaptığı bir kıyaslamayı örneklemek gerekirse, ancak şu an hepimizin anlamını bildiği Türkan Şoray sevgisiyle karşılaştırılabilirdi. Özgüç bu durumu şu ifadelerle belirtiyordu:
“Bugün o mertebeye Türkân bile erişemedi. Sultan oldu; ama Muhterem'in gördüğü sevgiyi göremedi.”
Muhterem Nur, Türk sinemasının ünü ülkeye yayılmış ilk ve gerçek starı olarak adını altın harflerle yazdırmıştı. Filmlerde daha çok ezilen, yok sayılan kadın tiplemeleriyle yer aldı ve tanındı. Aslında hayatından kesitler oynuyordu. O, Yeşilçam’ın en çok ağlayan, en çok ağlatan kadınıydı. Filmleri hasılat rekorları kırıyordu…
İşte böyle tanımlı bir şöhretin içindeydi Muhterem. Ancak dengelerin şaştığı anlar da gelecekti…
(Üç Arkadaş filminden)
Memduh Ün ile ilişkisi
Yeşilçam’ın yıldızlarını keşfeden yönetmen olarak bilinen Memduh Ün ile kesişti Muhterem’in yolu. 10, 11 kadar filmde başrol oynadı ve birlikte çalıştılar. Aralarında bir ilişki de başladı bu süreçte. Bir yandan akıl hocası da olmuştu Muhterem’in. Hırpalayan, kıskanan, hırslanan bir yönü de vardı. ‘Benden ayrılırsan düşersin” diye telkinlerde bulunuyordu. Bu zamana kadar sürüklendiği hayat gözünde canlanıyordu Muhterem’in ve korkuyordu. Şöhreti elinden kayıp giderse diye çok korkuyordu. “Bugünkü kadar kolay da değildi şöhret olmak. Bizim okulumuz yoktu. Annem para biriktiriyordu. Mesleğim hem kolay hem zevkliydi. Âşık oldum mesleğime. O bitti mi ben biterim diye düşünüyordum.” şeklinde anlatacaktı yıllar sonra bu korkuyu bir röportajda.
‘Funda’ filminde oynuyordu. Memduh Ün onu, Ahmet Mekin’den, Kenan Pars’tan kıskandı. Çok hırpalıyordu Muhterem’i. Saçının içinden bir tutam kesiyordu mesela. Kıskançlığının hırsını böyle çıkarıyordu. O kadar rahatsız ediyordu ki, artık nefret ediyordu Muhterem. Son filmi çekecekleri sırada artık daha fazla dayanamayacağını düşünüyordu; “Bu bitsin, ayrılalım.” dedi. Eresi gün kadroda değildi. Artık korkusunu aşmıştı bu durum belli ki, canını daha fazla yaksın istemiyordu. “Niye beni çıkardın?” diye sordu; “Fatma’yı (Girik) alacağız.” Diye yanıtladı onu Memduh Ün.
Yıllar sonraki röportajında şöyle anlatmaya devam ediyordu: “’İyi!’ dedim. Zaten yalnız kalmayı dört gözle bekliyordum. Ayrıldık.”
Evlenmeyi hiç düşünmedi ama…
Evet, şöhretiyle evliydi aslında o. Evlenmeyi hiç düşünmemişti; ama evlendi. Üstelik bir aşk evliliği de değildi. Sinema durgun zamanlarını yaşıyordu. Herkes reklam peşinde koşuyordu. Artist Dergisi’nden Recep Ekicigil de Muhterem’e bir reklam önerisiyle geldi. Evlenebilirdi, böylece dergiye kapak olurdu. Bundan daha iyi bir reklam düşünülemez gibiydi. Işın Kaan Köseoğlu ile yedek subay olarak görevli olduğu Kars’ta evlendiler. Kendine bir türlü inanamıyordu; ama o, artık evli bir kadındı. Karı koca hayatları hiç olmadı, yine de bilinen buydu. Muhterem, meşhur bir artistti. Kars’ta onu el üstünde karşıladılar. Zamanla onu sevebilir miyim gözlemleri de yaptı belki; ama onu, tam bir varlık budalası olarak tanımlayabilirdi ancak. Ailesi çok iyiydi; ama onun bu halinden hiç hoşlanmıyordu. Çok küstahtı ve sürekli içen yönüyle ona çocukluğunu hatırlatıyordu. Sarhoş eniştesinin başına bela halleri sanki hep gözünün önündeydi. Sürdüremeyeceğini biliyordu. Bir film çekimi için İstanbul’a geldiğinde, bir daha geri dönmedi.
Yıl 1963’tü…
Şöhretini yavaş yavaş yitirdi
Muhterem, kısa sürede başroller almış, çok hızlı şöhret olmuştu. Etrafında hayranları, kazandığı para, onu birçok sanatçının düştüğü yanlışa düşürmüş, korkusuzca para harcamıştı. Bu şöhret hep sürüp gider sanıyordu. Ancak şimdi o şöhreti yavaş yavaş yitiriyordu…
1965’te sinema çalışmalarını azaltarak dansöz olarak sahneye çıkmaya başlamıştı. 1967’de ise, artık sahnede şarkı söylüyordu. Maddi sıkıntılarıyla giderek başa çıkamaz hale gelmişti. Ödeyemediği borçları, onun 1967 Mart’ında 10 gün hapse bile mahkûm etti.
70’lerde, daha çok küçük gazinolarda ya da turne ekiplerinde şarkılarını söyledi. Tekrar sinemaya dönecek, 2002’ye kadar yer almaya devam edecekti…
1972’de, bir bayram gününü şöyle anlatıyordu: "Bir bayram günü, herkes bayram yaparken, ben bir simit bile alamayacak kadar parasızdım.”
Müslüm Gürses ile aşkları
“Ben çok enayiyim.” diyordu Muhterem yıllar sonraki röportajında. Bir gün Müslüm Gürses ile tanışana kadar hayatına girmiş tüm erkekleri, hayatının en büyük yükleri olarak karşılıyordu. Kendinde de hata görüyordu. Merhametli biriydi ve karşısında süklüm püklüm olan kim olsa, sevmese de üzülüyordu. Ama karşısındaki de kurnaz çıktıkça yükü ağırlaşıyordu…
Muhterem, 1982’de çıktığı Malatya turnesi sırasında tanıştı hayatının aşkı Müslüm ile. Oysa Müslüm, henüz onunla yüz yüze tanışmadan önce bile hayrandı Muhterem’e; âşıktı. Malatya turnesinde Ramazan eğlencelerinde sahnede olan isimlerden biriydi Muhterem. “Bir Garip Yolcu” şarkısını okuyarak çıkıyordu sahneye. Ancak aynı ekipten bir başka kadın, kıskançlık edip Müslüm’e, “Söyle, o şarkıyla çıkmasın, ben çıkacağım.” demişti. Müslüm, bunu gelip söyledi; ama Muhterem de kabul etmedi. Sahnelere ilk çıkış şarkısıydı bu ve çok alkış alıyordu. Kabul etmeyince bu kez Müslüm sinirlendi ve Muhterem’in üzerine yürüdü. O da, “Terbiyesiz!” diye çıkıştı ve o anda, Müslüm’ün tokası, Muhterem’in yüzünde patladı. Öylece, birden… Muhterem, bu anı yıllar sonra bir röportajında şöyle tamamlıyordu: “Sonra hatasını anladı tabii. Özür diledi. 'Büyük aşklar kavgayla başlar' derler ya. Bizimki biraz öyle oldu işte.”
Müslüm henüz sıradan bir gençken Muhterem, şöhret günlerini yaşıyordu. Bir gün birbirlerine hayat arkadaşı olduklarında, “Adana’da onun filmlerini hiç kaçırmazdım. Platonik olarak seviyordum. Onu görmek rüya gibi bir şeydi o zamanlar.” diye anacaktı bugünleri…
Muhterem ise, Müslüm’ün şarkılarını dinliyordu. Birbirlerinin ruh eşiydi; ama henüz farkında değillerdi. Muhterem de bugünleri anarken, şöyle diyordu: “Kendisini hiç tanımıyordum. ‘Ben İnsan Değil miyim’ diye bir şarkısı vardı, dinleyip dinleyip ağlıyordum; ama sahibini bilmiyordum. Sadece güzel bir şarkı diye dinliyordum.”
Nihayet tanıştılar. Muhterem, 41 yaşındaydı, Müslüm’den tam 21 yaş büyüktü ve kariyerinin en sönük dönemini yaşıyordu. Müslüm ise, en parlak günlerindeydi. Çok gençti ve karşısında hayran olduğu kadın duruyordu. “Bir kadın tanıdım, çok ağlıyordu.” diye anlatacaktı bu tanışmayı Müslüm. Mutsuzdu Muhterem. Şimdi yaptığı işten mutlu değildi. Şöhret günlerini geride bırakmak üzereydi. Yeşilçam yıldızlarının hazin sonu, onu da bulacaktı.
Muhterem, Müslüm ile şöhretini geride bırakmaya hazırlandığı günlerde karşılaşmıştı. Şimdi yaş farkı mı engel olacaktı onlara! Belki de onları acıları bir araya getirdi. Müslüm de zor bir hayatın bağrından kopup gelmişti bugünlere… Ve Muhterem, onun gözünün nuruydu. “Her insana bel bağlamam; ama Muhterem Hanım, bu dünyanın insanı değil.” diyordu Müslüm.
Tanıştıklarında Müslüm de, en az Muhterem kadar zor günler yaşıyordu. Arabesk müzik ruhunu sarmıştı; ama o, şişelerin dibinde bir rock star gibi yaşıyordu. Çok kalmaz, onun da şöhreti silinir bir imajı vardı. Ama olmadı! O, bir gün Türkiye’nin Müslüm Baba’sı olacaktı. Ve ileride yaşanacak günlerin temelini, işte bu aşk atmıştı. Aralarındaki aşk, onların şifası oldu. Birbirlerini kurtardılar.
Müslüm Gürses ile evlendiler
Onlar, daha ilk andan bir daha hiç ayrılmayacaklarını biliyorlardı. Liseli gençler gibi el ele, kol kola geziyorlardı. Evlilik fikri akıllarından bile geçmiyordu; ama bir arada da olmak istiyorlardı. Gittikleri otelde birlikte kalamıyorlardı. Her yerde karşılarına bir engel çıkıyordu. Sonra bir gün Muhterem’e, yeğeni, “Hala, artık Müslüm Abi ile evlenir misin?” deyiverdi ve ekledi: “Okulda herkes bana bunu soruyor.” Muhterem fark etti ki, bu durum onları incitiyordu. O gün bir anda karar verdi evlenmeye. Eve gitti. Müslüm, elinde çayı ve sigarası oturuyordu. Yaklaşıp, “Müslüm, benimle evlenir misin?” dedi. Sanki sıradan bir şey sorulmuş gibi, hiç kafasını bile kaldırmadan, “Neden olmasın!” diye yanıtladı onu Müslüm. Bu teklif için “Teslimiyetçi olmak kötü mü? Sevdiğine teslim oluyorsun sonunda. Bul alçaltıcı bir şey olmasa gerek.” diye konuşacaktı Müslüm.
Muhterem, heyecanla Elenor Plak’ın sahipleri Muhteşem Bey ile Atilla Bey’i arayarak mutlu haberi verdi. Çok sevindiler ve hemen işlemler başladı. Beykoz’da, onların şahitliğinde, üzerinde çok sevdiği siyah elbisesiyle Müslüm’e, “Evet!” dedi. “O günkü mutluluğumu 10 kitap yazsam anlatamam.” diye özetliyordu…
Her şey çok hızlı olmuştu; “El âlem ne der!” kaygısı ile çıktıkları yolda, 1986’da, bir hafta içinde sade bir nikâh ile evlenmişlerdi. Ve Muhterem, asıl evlendikten sonra âşık olduğunu hissetti kocasına. Başta her ne kadar bunu hiç düşünmese de, evlendikten sonra aralarında başka bir bağ oluştu. İsteseler çok lüks yaşayacak durumları olsa da, yaşadıkları semti ve hayat tarzını değiştirmediler.
Evlilikleri büyük bir aşkla, bir an bile başka isimlerin adı geçmeden devam etti. Birbirlerinin gözünün içine baktılar hep. Müslüm, karısına hep ‘Muhterem Hanım’ diye seslendi. Evdeyken bile. Bir anısını verdiği bir röportajda şöyle paylaşıyordu Muhterem: "Kuaför saçımı yaparken ona bağırırdı: “Güner biraz kenara çekil de Muhteremciğim’in yüzünü göreyim!” Evde ben nereye oturursam o da karşıma otururdu."
Aşkları, Müslüm Baba’nın hayranları tarafından da benimsenmişti. Aşkın tanımı, artık onlarınki ile eşdeğerdi. Birlikte en çok seyahat etmeyi seviyorlardı. Hiç ayrılmayı düşünmediler. 30 yılı aşkın birlikteliklerinde sadece bir kez, Müslüm Baba, Avustralya’ya gittiğinde koptular. Bir bütün halde, aşkı buldular ve yaşadılar…
Aşkın pürüzlü yüzü
Bu mükemmel aşkın da pürüzlü yüzü vardı elbet. Çok sonra bir röportajında “Siz hiç mutlu oldunuz mu?” sorusu yöneltildiğinde, Muhterem, “Tabii. Müslüm ile geçen her günüm güzeldi.” Diye yanıtlıyordu. Ancak elbet canının çok yandığı zamanlar da vardı. Belki büyük aşktı, evet; ama şiddeti içermediği söylenemezdi. Özellikle ilk zamanlar, Müslüm alkol sorunu yaşarken, sarhoş olduğunda şiddet uyguluyordu Muhterem’e. Ama sonra kendine geldiğinde “Elim kırılsaydı da, yapmasaydım.” diyerek üzüntüsünü dile getiriyordu. İşte bu halini görür görmez yumuşuyordu Muhterem; içi sızlıyordu. Müslüm’ü, acısını, söylediği her şarkıda anlıyordu. Onu dramatik hikâyesi ile birlikte çok sevmişti ve ne olursa olsun bırakmamaya karar verdi. “Kafamı gözümü de kırsa, ben bunu düzelteceğim!” diyordu kendi kendine.
Yine de tabii onun sürekli içiyor olmasından çok rahatsızdı. Çünkü alkol, ona üvey babasını, tacizlerini hatırlatıyordu. “Geride kalanlar benim için pislikti.” diye özetliyordu yaşamını ve şöyle diyordu: “Benim düşündüğüm hayat kocamla bulduğum hayattı. Keşke Müslüm ilk yıllarıma gelseydi, ben onu sahneye de o kadar yormazdım. Ama yazık ki çok geç zamana tesadüf etti. Yaşı benden çok küçük; ama benden büyükmüş gibi çekinirdim. Olgun bir adamdı. Sert görünümlüydü; ama çok merhametliydi.”
Düşündüğü gibi pürüzleri aşıp, şiddetin soğuk yüzünden dönebilmişti; ama bu yaşadığı hiçbir şeyi hafifletmiyordu tabii. O, kalbi çok kırılmış, canı çok yanmış bir kadındı. İkisinin bir araya gelip acılarını kaynaştırması zaman almıştı belki, kim bilir!
Müslüm Gürses öldükten sonra
"Kendimi yarım hissediyorum. Onun gibi muhteşem bir insanla rüyalarımda bile göremeyeceğim kadar mutlu bir hayat sürdüm; ama şimdi burada, bu çukurun içinde yatıyor. Onu çok seviyorum. Müslüm bedenen öldü; ama benim içimde hâlâ yaşıyor. Kocaları öldükten sonra evlenen kadınları hiç anlayamıyorum. Nasıl yapıyorlar? Bazen diyorum ki; Allah’ım, keşke onu tamamen alacağına başka bir kadını sevip ona gitseydi, içim bu kadar yanmazdı. Hiç değilse hayatta olurdu. Onu görebilirdim…”
Müslüm Baba, 3 Mart 2013’te hayata veda ettiğinde böyle söylemişti Muhterem. Onun tam bütün zorlukları aşmış, artık hayatın sefasını sürecekken gittiğini düşünüyordu. “O çocuk gibidir. O benim her şeyim; annem, babam, ağabeyim, çocuğum her şeyim... Orada yatan sadece Müslüm değil; benim kalbim yatıyor orada.” diyerek, kalbinden taşıp evrene yayılan acısını anlatmanın yollarını arıyordu…
“Evimizden gülerek çıktı, hastaneye gülerek girdik ve dört ay içinde kayboldu, buharlaştı gitti. Tek tesellim herkesin hayran olduğu o adamla yıllarımı geçirmiş olmam. Kimsenin ulaşamadığı adamın karısı oldum. Ve ölünce yanına gömüleceğim.” diye anlatıyordu tesellisini. Ölümden korkmuyordu da, ah günah olmasaydı. Bir an düşünmeyecek, çiçeklerin altında onunla uyurdu. Müslüm, onun en değerli varlığıydı. Onları ancak ölüm ayırırdı; öyle de oldu. Onu her ziyaret edişinde “Madem gidecektin, beni neden yanına almadın?” diye sorup durdu…
Gittiğine hiç inanamadı. Hep kapıdan biraz sonra girecekmiş gibi yaşadı. Fotoğraflarıyla konuştu. Sonra takdir-i ilahi deyip kavuşacakları günü, çayın demlenmesini bekler gibi beklemeye başladı. Bir daha hiç uzun mesafe yolculuklarına çıkmadı. Müslüm öldüğünden beri ondan uzakta ölmek korkusu sarmıştı Muhterem’i. Mezarı yerini de çift kişilik almıştı. “Ne güzel bir şey, kemiklerimiz birlikte çürüyecek. Benim için ‘Sevdiğine gitti.’ diyecekler.” diye aşkla bekliyordu ona kavuşacağı günü…
Muhterem Nur öldü
Ve Muhterem Nur’un hasretle beklediği o gün geldi. 20 Mart 2020’de, sabah saat 06.30’da tedavi gördüğü İstinye Devlet Hastanesi’nde, çoklu organ yetmezliği sebebiyle hayata gözlerini kapadı…
Müslüm Baba ile tüm aşkları boyunca Muhterem Nur, bir kez olsun bir “Seni seviyorum!” duymadı ondan. Sevildiğini hep bildi; ama hiç söze dökmedi Müslüm Baba. Ölümünden iki ay evveldi. Hasta yatağındaki hayatının aşkına, “Müslüm, bunca yıllık karınım. Bana bir kere ‘Seni seviyorum!’ demedin.” Müslüm Baba güldü, sarıldı ve ömürlük aşkını şöyle dile getirdi: “Seni sevmesem bunca yıldır senle olur muydum? Bak, gözümü senle açtım, senle kapıyorum.”
İkisi de şu hayata gözlerini aynı aşkla, aynı gökyüzüne bakarak kapadı. Ölümünün ardından, “Ne olur, eğer beni seviyorsanız çabuk ölmem için dua edin. Ben Müslüm’süz yaşayamam…” diye konuşan Muhterem, Müslüm’ün hayali ile geçirdiği yedi yılın ardından ona gitti. 03 Mart’ta Müslüm Baba, yedinci ölüm yıl dönümünde anılırken mezarının başında olamadığı için çok üzgündü. Şimdi onun da düşlediği gibi, “Sevdiğine gitti!” diyebiliriz o halde...
Acıyı tüm hücreleriyle yaşayarak tanıyan, sevdiği adamın acısıyla harmanlanıp şifa olan, şifa bulan, hatalarıyla, güzellikleriyle, çok sevişiyle bir Muhterem Nur geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Not:
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Daha Fazla Yorum Yükle
0 Yorum Yapılmış