Günlerdir onu araştırıyorum. Hakkında okuduğum her bir cümleden sonra şaşırıyor, üzülüyor, en çok da seviniyorum. Çok sevmek Yıldız Kenter’in yüreğine sıra dışı olarak tanımladığı, o hiç kimselerinkine benzemeyen ailesinden miras. 91 yaşında bir bedenin dünyadan göçüp gitmesi pek doğal bir olay. Oysa onu okudukça hissettim ki, ruhu hiç yaşlanmamış…
Hakkında okuduğum pek çok şey arasında pişmanlıkları da vardı. Tek bir şeyden bahsederken içi titriyordu bir yerde. Amerika’da aldığı eğitimden döndüğü sırada BBC televizyonundan bir yönetmen çağırıyor onu; ama gidemiyor. “Gitseydim, ne olurdu? Bilemiyorum. Pişmanlık duymadım bu konuda. Çünkü o zaman Şükran’ı tanıyamazdım, yollarımız kesişmezdi.” deyiveriyor sonra. Bir işinde bir de eşinde gerçek aşkı, huzuru tatmış. Sanırım bunun için Yıldız Kenter’i uğurlamak artık ağır değil kalbimden kopan cümlelere. Ardında tiyatro adına ne öğrendiyse aktardığı öğrencileri kaldığı yerden devam edecek. Ve o da, huzuru tattığı Şükran Bey’in yanına gidecek.
Bu ütopya sizce de enfes değil mi?
Ruhun şad olsun özel kadın…
(Nadide Kenter - Ahmet Naci Kenter)
Masal gibi bir aşkın meyvesi
Yıldız, 11 Ekim 1928’de, İstanbul’da, Nadide Hanım ve Ahmet Naci Bey’in kızları olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona, “Ayşe Yıldız Kenter” adını verdi. Yıldız, masallardan kopmuş bir aşkın içine doğacaktı. Babası Ahmet Naci Bey, Çamlıca’da, bembeyaz saçaklı muhteşem bir köşkte yaşayan varlıklı, aristokrat bir ailenin adeta bir Rönesans Prensi gibi yetiştirilmiş oğluydu. İyi bir eğitim alması için İskoçya’ya, Glasgow’a gönderilen Ahmet Naci, diplomat olacaktı.
Ve annesi Nadide Hanım, daha doğrusu asıl adı ile Olga Cynthia! Londra’da bir resepsiyonda tesadüfen Ahmet Naci’nin yanına oturan o güzel İngiliz kadın. Genç adamın dişinin yaptığı apseden arı sokmuş gibi görünen şiş yüzüne bir gülüşte aşık oluvermişti. Ahmet Naci de ondan farklı değildi. Tek gülüşlük canı olan bu tesadüfte Olga, Hyde Park’ta at bindiğini söylemişti. Ahmet Naci, ertesi gün soluğu Hyde Park’ta aldı. Planlanmış bir buluşmadan farksızdı. Olga, ertesi gün âşık olduğu bu gülüşü tekrar göreceğinden kalbi gibi emindi. Tüm gün gözlerini birbirlerinden alamadılar. At bindiler, yemek yediler… Ahmet Naci’nin kalbi Olga’dan kopmak istemiyordu. Oysa tahsilini de bitirmiş, ülkesine dönüp hariciyeci olmalıydı. Bu masal mutlu sonla bitmeli diye düşündü. Yıldız Kenter’in yıllar sonra bir röportajında da anlatacağı gibi, imkânı olsa cebine koyacak Türkiye’ye götürecekti. “Yeri ve zamanı olmayabilir; ama benim karım, çocuklarımın annesi olur musun? Benimle evlenip, Türkiye’ye gelir misin?” deyiverdi. Bu sorunun da bir çığlıklık canı vardı. Olga, bir sevinç çığlığının ardından, “Çok isterim; ama ne yazık ki imkânsız!” diye yanıtladı kalbini kendisinden ayrı düşünemediği bu adamı. Depremler olmuş, ülkeyi sel basmış, tüm insanlar buz kesmiş gibiydi. Ne çok istiyordu halbuki evet demeyi. Bir o kadar da korkuyordu. Ahmet Naci, Jack’i kabul eder miydi hiç!
Olga, gezici tiyatro kumpanyası olan, oyuncu bir ailenin kızıydı. Babası ölmüş, annesi de bir başka adamla Avustralya’ya gitmişti. Olga için bulduğu çözüm ise, anneannesinin yanına bırakmak oldu. Olga, 16’sındaydı. Anneannesi de onunla genç bir kızla ne yapacağını bilememiş, onu evlendirmeyi uygun görmüştü. Ancak bu kez de harbe giden koca dönmedi. Olga, bu kez de geride kalan hamile kadın oluvermişti. İşte Jack, bu evlilikten dünyaya gelen oğluydu. Şimdi imkânsız bir aşkın karşısında dururken Olga, annesinin yaptığını yapmayacaktı. Ahmet Naci’ye anlatıp kararına razı oldu.
Ahmet Naci, Olga’yı sımsıkı sardı. “Hemen şimdi, sen, ben, oğlumuz Türkiye’ye gidiyoruz.” dedi bir an tereddüt etmeden. Onları Türkiye’de aşk dolu yıllar bekliyordu…
Türkiye’de yeni hayat
Tabii ki masal gibi başlayan hayat, masal gibi devam edecekti. Her şey onların güzel aşklarından ibaret değildi ki… İşgal yıllarıydı. Herkesin birbirine şüpheyle baktığı, hele kendi milletinden olmayana güven duyamayacağı yıllar… Orient Express ile Sirkeci’ye indiklerinde Olga çoktan büyülenmişti İstanbul karşısında. Üsküdar’a varmak için vapura bindiklerinde önce nefesini tuttu. Ne savaşı görüyordu gözü ne de korkuyordu. O şimdi dünyanın en âşık, en mutlu kadınıydı. Boğaza bakarken gözlerini kırpmaktan bile imtina ediyordu. Faytona binip Çamlıca’ya, köşke vardılar. İstanbul’un yanında şu köşk bile nefes kesmeye yeterdi. Oysa bu köşk, kâbusların da başlangıcı demekti…
Çünkü Ahmet Naci’nin ailesi bir gavur kızı olduğu için Olga’yı istemiyordu. Dedesi Bağdat Kadısı, babası Galip Bey de Ayan Meclisi Azasıydı. Bu durum ailelerinde yakışık almazdı. Öyle ki bir gün “Nedim” adını verdikleri ilk çocukları dünyaya gediğinde Ahmet Naci Bey’in annesi, onu, “Yarısı yavrumun yarısı, yarısı yılan yavrusu” diye sevecekti… Ne olursa olsun, Olga yaşadıklarını kabullendi. Zaten her şeyi kabullenerek çıkıp gelmemiş miydi sevdiği adamın peşi sıra. O bir İngiliz ve bir Hristiyan’dı. Önce Müslüman oldu, kara çarşaf giydi. Adını da Nadide olarak değiştirmişti. Sadece adı mı, doğum yeri dahi değişmişti. Nüfusta, “Dini Müslüman, adı Nadide! Doğum yeri Londra olamaz. Yanlış yazılmıştır, olsa olsa Bandırma’dır.” Diyerek düzenlemişlerdi. Londralı Olga, olmuştu artık Bandırmalı Nadide. Tüm zorlukları göğüsleyen, aşkından hiç vazgeçmeyen Nadide…
Fakir; ama mutlu bir ev
Nadide’nin de, Ahmet Naci’nin de çilesi dolmamıştı. Kalpten hissettikleri şu aşk için fazladan ödeyecekleri bedeller vardı daha. Ahmet Naci Bey, Lozan’da, İnönü’nün Özel Kalem Müdürü olmuştu. Gerçekten de gelecek vaat eden bir gençti. Aldığı eğitim, azimli oluşu ve çok çalışması ile pek çok şey başaracağa benziyordu. Fakat bu mümkün olmayacaktı. Çıkan bir yeni kanun ile Hariciyecilerin karılarının yabancı olmaması kabul edilmişti. İşte bu kanun, Kenter Ailesi’nin hayatındaki en önemli dönüm noktası oldu. Bu aşk, boşuna masallara benzemiyordu. Her yönden sınanacaktı belli ki…
İsmet İnönü, mesleğinden vazgeçmemesi için Ahmet Naci’ye, resmen boşanmalarını ve birlikte yaşamaya devam etmelerini önermişti. Ancak Ahmet Naci Bey, gözleri önünden gelip geçen aşkı için karşısında durdukları onca şeyi düşündüğünde bunu kendilerine yakıştıramıyordu. Nadide, aşkı uğruna yerinden, yurdundan, adından, dininden vazgeçmişti. Bu ona karşı ne büyük hakaret olurdu. “Mesleğimden vazgeçerim; ama karımdan vazgeçmem!” diyerek verdi istifasını.
Bundan sonrası onlar için alışılmışın dışında zor bir hayat olacaktı. Ahmet Naci Bey, önce bir süre gazetelerde tercümanlık yaptı. Ardından da Ankara’da, Ziraat Bakanlığı’nda çalışmaya başladı. Mesleğinden bu şekilde uzakta kalmayı da kabullenemiyordu. Fakirlik iyiden iyiye kendini göstermeye başlamıştı…
Yıldız, işte bu fakir günlerin içinde, Çamlıca’daki köşkte geldi dünyaya. Tüm eşyaların bir bir elden çıkarıldığı zamanlardı. Öyle ki Yıldız bebeği saracak bez bulamayınca çarşafları yırtmak durumunda kalmışlardı. Biraz zaman sonra zaten köşk de satıldı. Sonrası hep yoksulluk. Yıldız’ın en belirgin çocukluk hatırası daha ucuz diye bir evden diğerine taşınmalarıydı. Annesi önde şoförün yanında, arkada da soba boruları, tel dolaplar, İstanbul’un o fakir semti senin, bu fakir semti benim gezinip durdular.
Fakirlik bir yana, hane nüfusları da gün gün artıyordu. Türk kadınlarını “Aman bunlar da tavşan gibi doğuruyor!” diye eleştirmekten geri durmayan Nadide Hanım, 6 çocuk getirmişti dünyaya. İşte gelişen bu durumlar hep birden Ahmet Naci Bey’in karaciğerine yüklenmeye hazırdı; sonunda bir alkolik oluverecekti…
(Müşfik Kenter ile)
Kenter Ailesi
Kenter Ailesi’nin temelini sonradan Nadide ruhuna sıkışmış İngiliz bir anne ve her daim sarhoş bir baba oluşturuyordu. Dışarıdan nasıl görünürse görünsün, sevgi dolu olduğu en özel gerçekti. Ahmet Naci Bey, içmediği zamanlarda müthiş bir adamdı. Ama o, aşkının bedelini çok ağır ödemiş bir adamdı ve çareyi şişelerde arıyordu. Ne olursa olsun, bir insan 6 çocuğu varken ve aşkı için savaştığını savunurken elindeki üç beş kuruşu da içkiye harcamamalıydı. Bu ilginç bir denklemdi. Nadide Hanım da her koşulda, biricik aşkını, kocasını koruyordu. Bu konuda bir anısını yıllar sonra aynı röportajında şöyle anlatacaktı Yıldız:
“…Ayıkken parayı kitaplardan birinin içine saklardı, sonra nereye koyduğunu unuturdu. Biz bulurduk, o parayla yemek yemek isterdik, üzerimize atlardı, boğuşurduk, parayı elimizden alır, sobaya atardı, bize kızdığı için. Bir başka sefer, yine onun elinden para kapmak istiyoruz, üzerine çıkıyoruz filan, annem bu sefer, "Sevgilimi, kocamı rahat bırakın! Sizi terbiyesiz çocuklar!" diye bize saldırıyor. Annem, hayatı boyunca Naci’sini korudu, bizden bile...”
Onların aşkı kendine özgüydü. Her aşk gibi aslında; sadece garip karşılanan yanları boldu. Ahmet Naci Bey alkolikti ve Nadide Hanım bir gün olsun şikâyet etmedi. Her halini olduğu gibi kabul ederek seviyordu onu. Kocası, çok sevdiği mesleğini onun için bir kenara itmişti. Şimdi o, nasıl bu halinden şikayet etsindi ki? Ahmet Naci Bey, karısını kendince onore etmişti ve Nadide Hanım da an gelip buna okkalı bir karşılık verecekti. Sivri burunlu şık pabuçları ile İngiliz Sefaretinden birtakım adamlar çaldı bir gün kapılarını. İngiliz Hükümeti çocukların eğitimini üstleneceğini söylüyor ve çok daha fazlasını vaat ediyordu. Nadide Hanım, onları kapıdan içeri almaya bile gerek duymadı. "Ben gitmek istemiyorum. Benim çocuklarım Türk. Babaları da Türk. Onlar burada, babalarının yanında büyüyecekler..." Bu anın, Yıldız’ın kalbinde aşktan başka bir karşılığı yoktu…
Bu yaşam şekli onların doğalıydı. Yıldız, bir gün olsun gocunmamıştı babasının alkolik oluşundan. Onun da, kardeşlerinin de canının içi, babasıydı; ötesi yoktu. Hem Ahmet Naci Bey, içmediği zamanlarda araştıran, sorgulayan, bilgili, yardımsever, enfes bir babaydı. Üstelik o sıra dışı bir alkolik olarak da tanımlanabilirdi. Kimi zaman altı ay içmediği olurdu. Sonra da birden başlardı ki, yeni bir devrin açılışı gibi. Yıldız da çocuk kalbinde babasının, ailesinin normalini bu olarak kabullenmişti. Kalbindeki sevgide bir eksik yoktu çünkü. Yarım bırakılmıyordu. Öte yandan da evet, Ahmet Naci Bey içmediği zamanlarda mükemmeldi. Onun dışında yaşananlar bir filmin sahnesi gibiydi…
Bir kere her zaman dağınık bir evleri vardı. Nadide Hanım evin düzeni ile ilgilenmeyi pek sevmezdi. Daha da ilginci onca yoksulluğa rağmen her daim evde bir yardımcı bulunurdu. Para alır mıydı bu yardımcı ya da nasıl ödenirdi, ne Yıldız bildi ne diğer çocuklar. Ama onlarla birlikte yaşardı. Hoş evleri de yolgeçen hanı gibiydi ya… Sevgi, bu ailenin kalbinden taşıp sokaklara dökülmüştü adeta. Yıldız’ın anlatımı ile “Hastaneden çıkartılmış, 2 çocuklu kadın, sokakta dilenen bir nine, zerzavatçı, Mösyö Dörö diye bir kaçak Fransız, Cok diye İskoç, bir de üstüne sokak kedileri, köpekleri...” Onlar gerçekten de her an karşılaşılan bir aile modeli değildi. Hal böyle olunca, insanların onlara bakışı da başkaydı. Yıldız, bir başka anısını ise şöyle anlatıyordu:
“Bir gün hiç unutmuyorum, yine kavga ettiler, babam hepimizi evden kovdu. Sarhoştu. Annem de topladı bizi, babamın arkadaşlarından birinin evine gittik. E orada kalacak halimiz yok ya, akşam geri döndük tabii. O da ne! Bütün komşular pencerede, ne oluyor diye bir baktık, babam var olan üç beş parça eşyamızı toplamış, kapının önüne yığmış. Komşular soruyor, ne oluyor diye. “Evde badana var da!” diyoruz, babamızı korumaya çalışıyoruz. Bu arada “Baba, aç kapıyı!” diyoruz, açmıyor. Bulaşık kapları, domatesler ve tuzluklarla birlikte biz de bekliyoruz, kapının önünde...”
Eğitim hayatı
Her konuda olduğu gibi, eğitim konusunda da bu aile şahsına münhasırdı. Evde hakim olan dil Türkçe olsa da, araya İngilizce sözcükler de tüm doğallığıyla giriyordu. Özellikle Nadide Hanım’ın İngilizceden, Türkçeye kendine has çevirdiği sözcükleri vardı. Zeytin yerine zeytins, pantolon diyecekken pantolonlar, gözlük için de gözlükler derdi. Ve tüm bunlara rağmen aksanı enfesti. Yine de arada kişileri karıştırırdı. “Sen çok terbiyesiz bir çocuksunuz!” diye duyabilirdiniz. Bu cümle de, ses tonu da her şey gibi bu ailenin rutinine dahildi…
Yıldız, içine kapanık, suskun bir çocuktu. Konservatuara girene kadar da devam edecekti bu hali. Ancak pek başarılı bir öğrencilik hayatı geçirmedi. Örneğin ortaokuldayken her dönem bütünleme sınavlarına kalırdı. Yaşamında parlamaya konservatuardan sonra başlayacaktı…
Çok istenilen şeylere kolay ulaşılmama durumu anne babasından, çocuklarına da sirayet etmişti. Annesi kızlarının konservatuara gitmesini istemiyordu. Orada okuyan kızlara orospu dendiğini duymuştu. Kimse onun kızlarına böyle dememeliydi. Bazı konulardaki tutumuna kendi yaşadıkları bile engel olamıyordu. Ya da başka bir bakış açısıyla bu tutuma sebep zaten yaşadıklarının toplamıydı. Yıldız’ın ablası Güner’in de sesi çok güzeldi; ama annesi onu konservatuara göndermemişti. Yıldız, gönlüne düşen bu ateşi daha da harlamanın yolunu babasında bulacaktı. Ahmet Naci Bey, Yıldız’ı, annesinden gizli kaydettirdi konservatuara.
Yıldız, ilk kez bir öğrenci olarak ışıldamanın keyfini sürüyordu. Ankara Devlet Konservatuarı Yüksek Bölümü’nü sınıf atlayarak bitirmişti. Bundan sonra yolu hep aydınlıktı. Üstüne Rockfeller Bursu da kazanmış, American Theatre Wing, Neighbourhood Play House ve Actor’s Studio’da oyunculuk ve oyunculuk öğretiminde yeni teknikler üzerine çalışmalar yapma fırsatı bulmuştu. Başarı ile bitirdiği okuluna hoca olarak atanmıştı. Ankara Devlet Tiyatrosu’nda 11 yıl çalıştı.
(Kardeşi Müşfik Kenter ve annesi Nadide Kenter ile)
Annesi ile ilişkisi
Nadide Hanım, yaşadığı aşka ödediği bedellerin ağırlığından olsa gerek, pek tutucu bir kadın olmuştu yıllar geçtikçe. Bir yandan da sıra dışı bir aile olmalarının üzerine bıraktıkları, zaman zaman onu çocukları arasında ayrıma da itiyordu. En az anlaşabildiği çocuğu Yıldız idi. En çok Güner’i, sonra da en küçükleri Müşfik’i severdi. Güner’in durumu özeldi, doğumu oldukça zor geçmişti. Nadide Hanım’ı, 29 Ekim’de, Cumhuriyet’in ilk yılında Ankara’da apar topar hastaneye yetiştirdiler. Bu bir ölüm kalım anı idi. Doktorlar, “Anneyi mi kurtaralım, çocuğu mu?” diye sorduklarında, Ahmet Naci Bey, gözünün nuru, biricik aşkı, karıcığını kurtarmalarını istemişti. Şartlar da göz önünde bulundurulduğunda, sonuç bir mucizeydi. Nadide Hanım’ın karnını bir neşterle yardılar ve adsız bebeği oradan çıkarıp bir faraşın üzerine bıraktılar. Öleceğine o kadar emindiler ki! Nadide Hanım, bebeğinin yaşaması için hep dua ediyordu. Ve Güner, kendisinden umut kesilip bırakıldığı faraştan tutunmuştu yaşama. Görecek günleri, yaşayacak bir ömrü vardı. Ancak raşitik idi.
Tanrı’nın, kızını ona bağışladığını düşünen Nadide Hanım, bir ömür pek düşkün olacaktı Güner’e. Ve ona olan düşkünlüğünün Yıldız’a yer yer acı yansımaları da. Bir anısını şöyle paylaşacaktı Yıldız yıllar sonra:
“ Güner’i bir gün yatağa yatırdılar, çikolatalar, şekerler, çekirdekler filan. Güner de böyle yatıyor. Sonradan öğrendim ki, Güner regl olmuş, annem ona bir kutlama yapıyor. Ben de o günü bekliyorum, ben de yatağa yatacağım, çikolatalar, şekerler. O gün geldi, ben tuvaletten bağırıyorum, "Anneeeee geeeeeel" Kapı da kilitli. "Geldim aç kapıyı" dedi. Heyecan içinde açtım, beni de kutlayacak diye. Bir tokat. "Bir daha kapını kilitleme!" diye. Şimdi bakınca geriye, heyecanla takdir edilmeyi beklediğim anlarda tokat yediğimi hatırlıyorum.”
Yıldız, ailesini ne kadar çok sevse de, bir yanı kırık bir çocuktu. Yediği bu tokatlar, kalbine çöreklenip yerleşiyordu. Bir yanı ailesine kıyamazken, bir yanı yürek sızısı oluyordu…
Nadide Hanım, en az Yıldız ile anlaşsa da, ölünceye dek onunla yaşadı. Bazen Yıldız sorardı ona sinir etmek, tatlı tatlı uğraşmak, belki bazen sitem etmek için:
"Senin bir sürü çocuğun daha var. Niye onların yanına gitmiyorsun?"
Nadide Hanım’ın kararlığından vazgeçmeden, sevgisini pay eden yanıtı sarıveriyordu Yıldız’ın çocuk ruhunu:
"Onları seviyorum ama sana güveniyorum."
Hayattaki iki büyük pişmanlığı
Yıldız, Rockfeller bursunu kazanmıştı; Amerika’ya gidecekti. Gitmeden önceki akşam birkaç arkadaşını yemeğe çağırmak istiyordu. Birkaç sene burada olmayacaktı. Tek sorun, babasının içecek olmasıydı. O gece, ondan içmemesini rica etti; ama Ahmet Naci Bey pek sinirlenmişti. Bir rica kavgaya dönüştü ve sonra babası, Yıldız’ın yüreğine kıymık olup batacak o sözleri döküverdi dudaklarından:
"Cehennemin dibine kadar yolun var. Git, gelmez ol. Gelecek olursan da beni bulma inşallah!"
Ahmet Naci Bey’in bazen dilinin kemiği olmuyordu böyle. Aslında Yıldız da alışkındı onun bu haline; ama bu kez uzaklara gidecek ve bir süre dönmeyecekti. İçi çok acımıştı. Neyse ki babacığı, güzel kızının kalbini böyle kırık bırakmadı. Ona bir mektup yazmış, almıştı gönlünü:
"Aklım orada diyorsun, yüreğim buruk. Af diliyorsun sonra da. Anam suratlı kızım, sen de biliyorsun ki, af dilemesi gereken benim. Diliyorum da nitekim. Ama ne olmuş yani, bağırdık, çağırdık, attık içimizdeki pisliği, arındık. Bitti. Hayyam’dan bir dörtlükle kapatıyorum yavrum bu bahsi:
Neylesem bu benim iç kavgalarımla
Pişmanlığım, kendi düşmanlığımla
Sen bağışlasan da, ben yerim kendimi
Neylesem bu yüz karam, bu utancımla..."
Bu mektubu aldığında Yıldız’ın yüreği ferahlamıştı doğrusu. Ancak yüreğine daha büyük bir köz düştü. Babacığı Ahmet Naci Bey, 61 yaşında hayata gözlerini yummuştu ve Yıldız, yanında olamadığı için kalbinin payına düşen o müthiş pişmanlığı yaşıyordu…
Hayat, bir benzer pişmanlığı da annesiyle yaşatacaktı ona. Nadide Hanım zatürre olmuş, iyileşmişti ki bir kere daha düştü yataklara. Hastaneye kaldırdılar. O gün de Yıldız’ın oyunu vardı. Oyun sonrası annesinin yanındaydı. Ertesi gün de iki oyunu daha vardı. Bir yanı hastanede kalmak istiyordu; ama annesinin de iyi olduğunu söylüyorlardı. Arkadaşları da Yıldız’ın yarın çok yorulacağını düşünerek, “Gidelim!” diyorlardı. Hem sonuçta annesi de iyiydi işte. Sabah 4’te aldığı telefonla, babasının ölüm haberinin yanına bir pişmanlık daha çöreklendi:
“Annenizi kaybettik…”
Bu cümle büyüdükçe büyüdü, kulaklarında yankılandı. “Aslan gibi ölmektense, köpek gibi yaşamayı tercih ederim.” diyerek yaşama bağlılığını ifade eden Nadide Hanım hayata gözlerini kapamıştı ve Yıldız, sabahın kör saatinde, ailesine dair bir tren seferi daha kaçırmış olmanın sızısını kalbinde hissediyordu…
(Kenter Tiyatrosu'nun açılışından bir kare)
Kenter Kardeşlerin tiyatro dolu yaşamı
Yıldız, Amerika’dan dönmüştü. Ankara Devlet Konservatuarı’nda Hocalık edeceği günler de başladı. Burada 1959’a kadar çalışacaktı. 1950’lerin başında, Mahmut Abisinin “Senin adam olacağın yok, bari artist ol!” yönlendirmesiyle Müşfik de ablası Yıldız’ın izinden giderek Ankara Devlet Konservatuarı, Tiyatro Bölümü’ne girmişti. 1955’te mezun oldu. Yıldız Kenter ve Müşfik Kenter, yılları içinde ülkenin en özel isimlerinden olacaktı…
Yılları birbirlerine destek olarak kovaladılar. Tiyatro, günden güne damarlarında dolaşan kandan farksızdı. Muhsin Ertuğrul, Ankara Devlet Tiyatrosu’ndan uzaklaştırıldığı için Kenter Kardeşler de istifa ederek İstanbul’a gelmişti. Burada Muhsin Ertuğrul ile birlikte Muammer Karaca Tiyatrosu’nda oyunlar sahnelemeye başladılar. “Salıncakta İki Kişi” oyunları çok başarılı olmuştu. Ardından “Çöl Faresi” ve “Öfke” geldi. Şükran Güngör ve Kamran Yüce ile yolları da bu dönemde kesişti. Şimdi akıllarında kendi tiyatrolarını açmak vardı. Nasılsa bundan böyle yaşamlarında başka bir ihtimal yoktu. Muhsin Ertuğrul ve Muammer Karaca’nın desteği ile “Site Tiyatrosu” adını verdikleri tiyatrolarını kurdular. Sadri Alışık ve Çolpan İlhan da onlarlaydı. 1962’de “Kent Oyuncuları” adını aldılar. Karaca ve Dormen Tiyatroları’nda oyunlarını sahneliyorlardı. Zamanla kadrolarına Kemal Sunal, Erdal Özyağcılar, Tuncel Kurtiz, Nisa Serezli, Ali Poyraoğlu gibi değerli isimler de katıldı…
Zamanla çok sevilen işlerle kendilerinden daha çok söz ettireceklerdi. 1968’de, Kenterler ve Şükran Güngör, Harbiye’de, yıllarca nice oyunla dolduracakları tiyatro binasını yaptılar. Bugüne dek emeklerinin karşılığı kazandıkları tüm parayı burası için harcamışlardı. Her şey kalplerinde güneş gibi parlamaktan vazgeçmeyen tiyatro içindi. Başardılar, başarıyorlar, başaracaklardı…
(Nihat Akçan ile ilk evliliği)
Aşk sonradan geldi
Yıldız, tiyatro sanatçısı Nihat Akçan ile 1951’de ilk evliliğini yapmıştı. Bir sene sonra da “Leyla” adını verdikleri kızları geldi dünyaya. Ancak bu evlilik sadece 7 yıl sürdü…
(Şükran Güngör ile)
Şükran Güngör ile yine tiyatro vesilesi ile tanıştıklarında Yıldız 28, Şükran 30 yaşındaydı. İlk görüşte çarpan aşklardan değildi onlarınki. Aynı sahneyi paylaşmanın, arkadaşlık edebilmenin lezzetini tatmışlardı. Yıldız, yıllar sonra şöyle anlatacaktı bu aşkın huzurunu: “Düzensiz, kaypak bir yaşamdan sonra güveni, huzuru, hoşgörüyü, anlayışı, saygıyı arayan iki insandık. Bizi bunlar yakınlaştırdı. Aşk, sonradan geldi.”
Aşk huzurluydu; ama anneler evlenmelerine karşıydı. Yıldız’ın annesi ilk evliliği ayrılıkla sonlandığından “Bir kere denedin, olmadı.” diyor, Şükran ile de evliliğinin yürümeyeceğini söylüyordu. Şükran’ın annesi de Yıldız’ın dul ve çocuklu oluşunu kabul etmiyordu. Tabii gönül ferman dinlemedi. 1964’te, “Pembe Kadın”da oynuyorlardı. Bir günün çıkışında, Teşvikiye’deki bir dostlarının evinde gizlice evlendiler. Sonra da ailelerinin yanlarına döndüler. Bir ev kuracak paraları yoktu. Bir süre gizli kaldı evlilikleri; ama nihayet açıklayıp kendi evlerinde yaşamaya da başladılar. Nadide Hanım, sütten yanan ağzından sonra yoğurdu üflüyordu; ama kuruntusunda haksız çıkacaktı. Bu aşktan doğan evlilik, 2002’de Şükran Bey pankreas kanserine yenik düşene dek, tam 38 sene huzurunu hiç yitirmeden devam etti…
(İlk filmi Vatan İçin'de, Cahit Irgat ile)
Sıra dışı tarzı ile dünya sahnesinden bir Yıldız geçti
Yıldız, sahneye ilk kez profesyonel olarak 12 Aralık 1948’de, Ankara Devlet Tiyatrosu’nda, Shakespeare’in “Onikinci Gece” oyunu ile çıkmıştı. İşte o gün Muhsin Ertuğrul, “Yıldız, iki gözüm, kızım” diye seslenerek şunları söylemişti Yıldız’a:
“Bugün senin meslek hayatına ilk adımını attığın mübarek bir gündür. Mübarek diyorum, çünkü Shakespeare gibi bir dâhinin ‘Onikinci Gece’ kadar güzel bir eserinde baş kadın rolü oynayarak sahneye atılmak, şimdiye kadar çok az bahtiyara nasip olmuştur. Fakat sakın bu başlangıç seni gurura sürüklemesin; bilakis daha çok çalışmaya ve daimi bir tevazua bağlasın…”
Yıldız, Hocasından duyduğu bu övgü ve öğüt dolu sözlerle şekillendirecekti yaşamını. Kulağına küpe edecekti bu özel sözleri… Yıllarca mesleğini aşkla yaptı. Sadece Türkiye’de değil, dünya sahnelerinde de oyunlarda seyircisi ile buluştu. Amerika, Kanada, İngiltere, Hollanda, Danimarka, Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve Kıbrıs’ta oyunlarını Türkçe oynadı…
Ömrünü öğrenmeye ve öğretmeye adamıştı. Bu başarı tesadüfi değildi. Amerika ve İngiltere’de yıllarca “Değişen Eğitim Metotları” ve “Oyunculuk Metotları” üzerine çalışmalar yapan Yıldız Kenter, İstanbul ve Ankara Üniversitesi’ne bağlı konservatuarlarda Hocalık yaptığı dönemde de hep sıra dışı yönü ile bilindi. Her zaman titiz ve disiplinliydi. Özel yetenek sınavlarında beklediği roller bir şehir efsanesi olup öğrenciler arasında dilden dile anlatılırdı. “Salatalık ol! Yoğurt ol!” gibi roller verebiliyordu. Bunun yanında bir de uzun etekli kızların eteklerini kaldırmasını istediği için eleştiriliyordu. Ancak söz konusu oyunculuk olduğunda kesinlikle netti. Bu konuda açıklamasını, “Düzgün bacakları görünce ‘tamam’ dedim. Çünkü bir oyuncu oynarken bedenini de ortaya koyar.” şeklinde yapıyordu…
Yıldız Kenter’e göre bir oyuncu, ruhu ve bedeni ile bir bütün halinde sahnede bulunmalıydı. 1995’te, Refik Erduran’ın “Ramiz ile Jülide” oyunu için verdiği afiş pozlarında pek cesurdu. İlk tepki olarak yine oklar üzerinde belirmişti. Sonra fotoğraftaki kadın vücudunun bir mankene ait olduğu iddia edildi. Oysa Yıldız Kenter, her zaman bir bütün olarak sahnedeydi. Şaşırtmaktan hiç vazgeçmedi. Enerjisi ile büyülüyordu. 2009’da, Eugene Stickland’ın, “Kraliçe Lear” oyununda herkesi hayrete düşürdü. Sahnede amuda kalkmıştı ve 81 yaşındaydı…
İşleri ve ödülleri
Yıldız, ilk kez 1951’de, “Vatan İçin” adlı sinema filmi ile beyaz perdeye adım attı. Yaşamı boyunca 18 filmde rol alan Yıldız, en son 2007’de, “Beyaz Melek” filmi için kamera karşısındaydı ve enfes görünüyordu.
Sadece sinema değil, televizyon işlerinde de yer aldı. Dizi kariyeri 1989-1991 yılları arasında ekranda olan “Uğurlugiller” ile başladı. 2002’de “Aşk ve Gurur”, 2005’te de “Saklambaç”taydı. Ömrünü adadığı tiyatronun yanında, bu işlerle de göz önündeydi.
Elbette gözbebeği hep tiyatro oldu. Bu mesleğe adım attığı ilk günlerden itibaren Necati Cumalı, Adalet Ağaoğlu, Muzaffer İzgü, Güngör Dilmen gibi önemli sanatçılarımızın oyunlarını ve yanı sıra Shakespeare, Brecht, Arthur Miller, Çehov, Tennessee Williams gibi yabancı yazarların da oyunlarını sahneledi.
Ve bu değerli işleri pek çok ödüle layık görüldü. Yıldız, 1962’de, tiyatroda verdiği hizmetlerden ötürü “Yılın Kadını” ilan edildi. 1964’te “Ağaçlar Ayakta Ölür”, 1966’da “Pembe Kadın” ve 1974’te “Kızım Ayşe” filmleri, ”Altın Portakal” getirdi. 1981’de, “Devlet Sanatçısı” unvanını aldı. 1984’te, Roma’da, İtalyan Kültür Birliği tarafından “Adalaide Ristori” ödülüne layık görüldü. 1989’da, Korsika – Bastia Film Festivali’nde, “Hanım” filmindeki oyunculuğu ile “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü aldı. 1991’de, yine tiyatro sanatına verdiği hizmetlerden ötürü Uluslararası Lions Kulübü tarafından “The Melvin Jones” ile ödüllendirildi. Sanat dolu yaşamı boyunca 2 kez “Ulvi Uraz En İyi Kadın Oyuncu”, 3 kez de “Avni Dilligil En İyi Kadın Oyuncu” ödüllerine layık görüldü…
1994’te, “Konken Partisi” oyunundaki “Fonsla” rolü “Olağanüstü Yorum” ödülü ile ödüllendirildi. Ayrıca Finlandiya Dünya Kadın Kuruluşu, Yıldız Kenter’i, “Yüzyılın En Başarılı 100 Kadınından Biri” olarak onurlandırdı. 1995’te, Kültür Bakanlığı tarafından tiyatroya katkılarından dolayı “Onur Ödülü”ne ve yine aynı yıl, aynı sebepten “Mevlana Kardeşlik ve Barış Ödülü”ne layık görüldü. 1996’da, afişi ile ses getiren “Ramiz ve Jülide”deki rolü için Magazin Gazetecileri Derneği, “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü verdi. Uluslararası İstanbul Festivali’nin ömür boyu tiyatro sanatına katkısından dolayı verdiği “Onur Ödülü”nü, 19 Mayıs 1997’de, aktris Dame Diana Rigg takdim etti.
1998’de, Ankara Sanat Kurumu, Yıldız Kenter’i “Yılın Kadın Sanatçısı” ödülüne layık görürken, 1998 Muhsin Ertuğrul Yaşam Boyu Tiyatro Sanatına Katkılarından Dolayı Onur Ödülü de verildi. Yine aynı yıl Cumhurbaşkanlığı Büyük Kültür ve Sanat Ödülü de Yıldız Kenter’indi. 1999’da, “Martı” oyununda “Madam Arcadia” rolü ile Afife Jale Tiyatro Ödülleri’nde, “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü aldı.
(Süleyman Demirel ile)
Süleyman Demirel’e aşk mektubu
Yıldız Kenterler, tiyatrolarını kurarken siyasetçi Kazım Taşkent, onlara faizi ile geri ödemek üzere 350 bin lira borç vermişti. Taksitle ödüyorlardı ki, Kazım Bey vefat etti. Onun bu ani ölümü işleri karıştırmıştı. Yıldız, icra yoluyla tiyatrolarının satışa çıkarıldığını gazete ilanında görmüştü. Öyle afallamıştı ki, aklına gelen ilk şeyi yaptı. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’di. Hemen telefon ederek bir randevu aldı ve durumunu anlattı. Demirel, “Üzülmeyin Yıldız Hanım, hallederiz!” demişti. Gerçekten de sorun çözülmüştü. Kenter Tiyatrosu kurtulmuştu. Aradan yıllar geçti, Yıldız bu iyiliği hiç unutmadı. Sonra bir gün, Demirel verdiği bir röportajda şöyle diyordu:
“Hiç aşk mektubu almadım.”
İçi burkulmuştu Yıldız’ın. Atan kalbi buna razı olmadı, hemen oturdu ve bir mektup yazdı. “Bu bir aşk mektubudur!” diye başlamıştı satırlarına.
“Siz hiç aşk mektubu almadınız; ama büyük bir aşkla bağlı olduğum tiyatromun icra yoluyla satışını engellediniz, bana geri verdiniz. Dolayısıyla bu sonsuz tiyatro aşkımın içinde o günden beri siz de oldunuz hep…” diye de özenle eklemişti.
Ruhundan kopan her bir sözcük, Demirel’in de, eşi Nazmiye Hanım’ın da yüreğine işledi. Demirel, “Yaşasın, yazdın!” demişti. Birkaç gün sonra da Nazmiye Hanım , “Size çok teşekkür ederim” demek için aramıştı. Kalpten gelen bu etkisi kocaman küçük adımın, artık kelimelerle bir tarifi yoktu…
Yıldız Kenter öldü
Yıldız, 10 Kasım’da, uzun zamandır mücade elettiği akciğer rahatsızlığından sebep hastaneye kaldırılmıştı. Sevgi dolu kalbine inat, bedeni yaşama yenik düşüyordu. Yaşa bağlı solunum yetmezliği sebebi ile 17 Kasım 2019’da hayata gözlerini kapadı. 91 yaşındaydı. Cansız bedeni Kenter Tiyatrosu’nda yapılan törenin ardından, Levent Camii’nde kılınan cenaze namazı ile Aşiyan Mezarlığı’na defnedildi…
Bugün aslında onun değil, çok sevdiği, huzuru tattığı kocasının da ölüm günüydü. Çünkü şöyle demişti bir keresinde bir röportajında: “Ancak ben öldüğüm zaman Şükran da ölecek. Ben ölmeden o ölemez.” Şimdi birlikte ses çıkaran maharetli ellerinin buluşması aslında bu son rolü. Dünyada olmanın vaktini tamamlayıp ait olduğu yere varmanın huzuru belki…
Gönülden bir aşkla sahnede parlayan, evinde, hayatında kalpten bir aşkla huzuru tadan, yüreğine ektiği iyilik tohumlarını bir ömür öğrenmeye açık ruhu ile yeşerten bir Yıldız Kenter geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Daha Fazla Yorum Yükle
0 Yorum Yapılmış