Mustafa Kemal Atatürk'ün Hayatı - 2. Kısım
Ensonhaber.com

Mustafa Kemal Atatürk'ün hayatını okumaya devam ediyoruz...

*

Milli Mücadele Dönemi

Artık meclis kurulmuş ve yepyeni bir sayfa açılmıştı. Ancak bu kez de meclisin oluşumunda öylesine etkili Kuvayı Milliye örgütleri sorun teşkil etmeye başladı. Aslına bakılırsa Milli Mücadele’nin en kanlı çatışmaları, düzenli orduya katılmayı reddeden Kuvayı Milliye gruplarına karşı verildi…

İngiltere Başbakanı Lloyd George’a göre Yunanistan büyümeli ve İngiltere ile menfaatlerini birleştirmeliydi. Yunanistan, boğazları Avrupa’ya açık tutmalı, Akdeniz’de İngiltere’nin çıkarları doğrultusunda davranmalıydı. Buna mecburdu; İngilizler böyle istiyordu. I. Dünya Savaşı sonrası 10 Ağustos 1920’de, Paris’te, imzalanan Sevr Antlaşması’nın güç kullanılmadan uygulanamayacağı anlaşılmıştı. İtilaf Devletleri’nin böyle bir gücü yoktu. Onlar, Yunanları, yalnız Türk şehirlerini alıp kendi coğrafyalarına katmak için değil, kendi menfaatlerini gütmek için de Anadolu’ya gönderiyordu. Bir yandan da İtilaf Devletleri birliği de çatırdamıştı. İtalya, Yunanların, Anadolu’ya yerleşmesinden açıkça rahatsızken, Fransa ise Suriye’deki toprak kazançlarını yeterli görüyordu. Artık Yunanlar yalnızdı; kendi orduları ile Türklere boyun eğdirmek zorundaydı. Öte yandan Mustafa Kemal Paşa da, Yunanları yenerse Türkiye’yi kurtarmış olacaktı...

Yunan Ordusu, 6 Ocak 1921’de, Bursa’dan Eskişehir’e ve Uşak’tan Afyon’a iki koldan harekete geçmişti. 9 Ocak’ta İnönü mevzilerine kadar ilerlemişlerdi ki, Türk Ordusu karşısında ileri gidemeyeceklerini anladılar. 11 Ocak sabahı çekildiler. Birinci İnönü Muharebesi, düzenli ordunun kazandığı ilk zafer olması sebebiyle çok değerliydi. Halkın yeni kurulan orduya güveni artarken Kuvayı Milliye’den de orduya geçiş hızlanmıştı. Bir yandan da bu başarı, tüm dünyanın ilgisini çekti. 26 Ocak’ta İtilaf Devletleri, Osmanlı Devleti’nin Londra’ya bir heyet göndermesini ve bu toplantıda Ankara Hükümeti’nin de temsilci olarak bulunmasını istemişti. Londra’da, Sevr Antlaşması’nda özellikle Türklerin yararına bir değişiklik yapılmasını görüşmek için 21 Şubat – 11 Mart tarihleri arasında bir konferans verildi. Ne yazık ki Türkler yararına bir sonuç çıkmadı ve mücadele devam etti.

Yunanistan da, Londra Konferansı bitmeden Anadolu’ya yeni bir saldırının hazırlıklarına başlamıştı. 23 Mart’ta, sabahın ilk ışıkları ile 3. Yunan Kolordusu’nun Batı, 1. Yunan Ordusu’nun da Güney Cephesi’nden harekete geçmesi ile Muharebeler başlamış oldu. 23 Mart – 1 Nisan arasında devam eden İkinci İnönü Muharebesi de Türklerin zaferi ile sonuçlandı. İkinci bir zaferin yaşanması ile Fransızlar Zonguldak’tan, İtalyanlar da Güney Anadolu’dan askerlerini çekmeye başladı…

Türk Ordusu, İnönü Muharebelerinde savunma taktiğini çok iyi uygulasa da, Aslıhanlar – Dumlupınar çarpışmalarında henüz saldırıda güçlü olamadığını göstermişti. Bu durum Yunanları bir kez daha harekete geçirdi. İnönü, Eskişehir, Afyon ve Kütahya arasındaki çizgide bulunan Türk mevzilerine yüklenerek buraları işgal etmeyi ve sonunda Ankara’ya kadar ilerlemeyi istiyordu. Üstelik takviye birlikleri ile de iyice güçlenmişti. 10 Temmuz’da saldırıya geçen Yunanlar 20 Temmuz’a kadar devam etti. Ve sonunda Türk Ordusu’nu geri çekilmeye zorlamıştı. Mustafa Kemal, ordusuna Sakarya Irmağı’nın doğusuna kadar çekilmesini emretmişti. Böylece zaman kazanmayı planlıyordu. Maalesef bu savaşta Eskişehir, Kütahya, Afyon gibi stratejik bölgeler kaybedildi. TBMM’de adeta yas vardı. Bu yas ortamı peşi sıra sert tartışmaları da getiriyordu. Yine de şu da bir gerçekti ki, Yunanlar, Türk Ordusu’nu yok edememişti! Daha hiçbir şey bitmemişti!

Yine de Kütahya – Eskişehir Muharebeleri sonrasında Büyük Millet Meclisi içinde Mustafa Kemal’e karşı tepkiler artmaya başlamıştı. Muhalefeti yöneltenler, Mustafa Kemal’e bir yandan da ordunun başına geçmesi konusunda baskı yapıyordu. Aslında niyetleri Mustafa Kemal’i Ankara’dan uzaklaştırarak Enver Paşa’nın iktidara gelmesini sağlamaktı. Bu niyeti güdenler belli ki Mustafa Kemal’in zekasını pek hafife alıyordu. Mustafa Kemal Paşa, 4 Ağustos 1921’de, Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada Başkomutan olmayı kabul ettiğini; ancak Başkomutanlığın fayda sağlayabilmesi için TBMM’nin ordu ile ilgili yetkilerini 3 aylık bir süre için kendisinde toplayacak bir kanun çıkartılması gerektiğini açıkladı. Paşa, cevabını gayet açık bir şekilde vermişti. 5 Ağustos’ta oy birliği ile çıkartılan yasa ile Mustafa Kemal Paşa, TBMM Orduları Başkomutanı oldu…

Başkomutanlığa geçer geçmez hemen yayınladığı Tekalif-i Milliye Emirleri ile halkı, ordunun donatılması için seferberliğe çağırdı. Aldığı cevapla şimdi daha güçlüydü. Sadece ordunun değil, halkın da vazgeçmeye niyeti yoktu. Mustafa Kemal, 12 Ağustos’ta Polatlı’da teftiş sırasında attan düştü ve kaburga kemiği kırıldı. Canının acısı da bu duruma engel olamadı. Yunan Ordusu’nun, 23 Ağustos – 13 Eylül tarihleri arasında gerçekleşen Sakarya Meydan Muharebesi’nde hücum gücünün tükendiği görülüyordu. Türk Ordusu ani bir taarruzla Yunanları, Sakarya Nehri’nin doğusundan çıkardı. Bu büyük zaferin ardından Meclis, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, 19 Eylül’de, oy birliğiyle Müşir, yani Mareşal rütbesine yükseltti. Ayrıca Gazi unvanı ile bundan böyle Gazi Mustafa Kemal Paşa olarak anılacaktı.

Bu muhaberenin ardından Ankara Hükümeti ile Güney Kafkas Cumhuriyeti arasında 13 Ekim 1921’de, “Kars Antlaşması” imzalandı. Artık doğu sınırı tamamen güvedeydi. 20 Ekim 1921’de ise, Fransa, Ankara Hükümeti ile Ankara Antlaşmasını imzaladı. Bu antlaşma da, Fransa’nın TBMM’yi resmen tanıması anlamına geliyordu. Hatay – İskenderun dışında, Türkiye’nin bugünkü sınırı da çizildi.

Sakarya Meydan Muharebesi sonunda, artık İngiltere de Ankara’yı resmen tanımıştı. 23 Ekim’de TBMM ile tutsakların serbest bırakılması konusunda antlaşma yaptılar. İtalyanlar da Güney Ege ve Akdeniz bölgelerinde tutunamayacaklarını anlayarak 1921 yılı bitene kadar işgal ettikleri şehirlerden çekildiler.

Büyük Taarruz

Ve sonra ardından Büyük Taarruz geldi. 1 yıl süren titiz hazırlıkların ardından, 26 Ağustos 1922 sabahı taarruz planı uygulamaya kondu. 26-30 Ağustos arasında gerçekleşen Büyük Taarruz, Kurtuluş savaşının son aşamasıydı. 30 Ağustos’ta Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde, Yunan Ordu’sunun büyük bir bölümü bir gün içinde yok edilmişti. Kaçmayı başaran Yunanların takibi için 31 Ağustos’ta Gazi Mustafa Kemal Paşa, komutanlarını Çalhöy’deki karargâhında toplamış, İzmir ile civarındaki kuvvetleriyle birleşmemesi için üç koldan Ege’ye ilerlenmesini emretmişti. 1 Eylül günü ise, yayınladığı bildiri ile yine dillere ve akıllara pelesenk olacak o emri veriyordu:

“Bütün arkadaşlarımın Anadolu'da daha başka meydan muharebeleri verileceğini göz önüne alarak ilerlemesini ve herkesin akıl gücünü, yiğitlik ve yurtseverlik kaynaklarını yarışırcasına esirgemeden vermeye devam eylemesini isterim. Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!”

Ordusu, Başkomutanının sözünü dinlemişti. 2 Eylül’de Uşak geri alındı. Yunan Ordusu Başkomutanı General Nikolaos Trikupis esir edilmişti. 9 Eylül’de Türkler İzmir’deydi. 18 Eylül 1922’ye kadar yapılan Başkomutan’ın başlattığı Takip Harekâtı ile tüm Batı Anadolu’da, Yunanlar sınır dışı edilmiş oldu. bu başarı ile Mudanya Ateşkes Antlaşması’nın yolu açılmış oldu.

Burada hemen bir anı aktarmalı! Mustafa Kemal’in kalması için Karşıyaka’da, yakınları Yunanlara esir olmuş bir baba oğulun evini hazırlamışlardı. Bu evde daha önce Yunan Kralı Konstantin de kalmıştı ve eve girişini merdivenlere serilen Türk Bayrağı’nı çiğneyerek yapmıştı. Mustafa Kemal’in kalması için hazırlanırken günü intikam günü olarak düşünen baba-oğul, bu kez merdivenlere Yunan Bayrağı’nı serdi. Mustafa Kemal merdivenlere yöneldiğinde olan biteni anlatarak “Lütfedin, bu karşılıkla bu lekeyi silin!” diyorlardı. Mustafa Kemal’in cevabı ise yürektendi ve buram buram saygı kokuyordu:

"O, geçmişse hata etmiş; bir milletin onuru olan bayrak çiğnenmez, ben onun hatasını tekrar etmem. Bayrağı kaldırın yerden."

Evet, İzmir kurtarılmıştı; ama sorun bitmemişti. Şimdi sıra İstanbul ve Boğazlar Bölgesi’nde süren Müttefik Kuvvetler İşgalindeydi. Zaman kaybetmeden Çanakkale’ye yönelerek buraların Trakya dahil derhal boşaltılmasını talep etmişlerdi. İngiltere’nin cevabı ise, ek donanma ile kara kuvveti göndermek oldu. Yine Amerika da 28 Eylül’de, 13 yeni savaş gemisinin Türkiye’ye komşu denizlere gönderilmesini emretti.

Büyük Taarruz’un ardından 11 Ekim’de, TBMM, İngiltere, İtalya ve Fransa arasında, Mudanya Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasıyla savaş da tamamen sona erdi. Yunanlar görüşmelere katılmamıştı; İtalya, onları temsil ediyordu. Ve bu antlaşmaya göre, Türk ve Yunan Orduları arasındaki savaş bitmişti. Doğu Trakya, TBMM’ye teslim edildi. Boğazlar ve İstanbul, TBMM Hükümeti’nin yönetimine bırakıldı. Barış antlaşması yapılana kadar İtilaf Devletleri, İstanbul’da kalacaktı…

Lozan Barış Antlaşması

Mudanya Ateşkes Antlaşması’nın ardından barış görüşmelerini yürütmek için tarafsız bir ülke olan İsviçre’nin Lozan şehri seçilmişti. Burada Türkiye’yi İsmet İnönü temsil ediyordu. 20 Kasım 1920’de toplanan konferansın ardından 4 Şubat 1923’te görüşmeler kesildi. Tekrar görüşülmeye ise, 23 Nisan 1923’te başlandı. Ve nihayet Lozan Barış Antlaşması, 24 Temmuz 1923’te imzalandı.

Ankara Antlaşması’nda Fransızlarla belirlenen güney sınırı korundu. Çizilemeyen Irak sınırının çözüme kavuşması için 9 ay tanındı. Yunanlarla sınırımız Meriç Nehri oldu. Karaağaç ve çevresi ise, savaş tazminatı olarak Türkiye’ye verildi. Yunanların elinde kalan Anadolu’ya yakın adaların silahsızlandırılmasına karar verilirken, Ege Denizi’ndeki Bozcaada ve Gökçeada Türkiye’ye verildi. 1845’ten I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar olan süreçteki Osmanlı’nın borçları, sermaye üzerinden yeniden hesaplanarak indirildi. Lozan Boğazlar Sözleşmesi ile boğazlardan serbest geçiş sağlandı. Kapitülasyonlar tamamen kaldırıldı. Başlıca birkaç maddenin yanında daha pek çok maddeye yer veren Lozan Antlaşması, aslında özetle Kurtuluş Savaşı’nı sonuçlandırmıştı. Böylece Sevr Antlaşması yürürlükten kalktı ve Türkiye, Lozan Antlaşması üzerine kurulmuş oldu…

(Latife Hanım ile)

Mustafa Kemal Paşa evlendi

Mustafa Kemal Paşa, Milli Mücadele Dönemi’nde, Ankara İstasyon Binası ve Çankaya Köşkü’nde Fikriye Hanım ile yaşıyordu. Fikriye Hanım, annesinin ikinci eşi Ragıp Bey’in yeğeni idi. Verem hastası olan Fikriye Hanım, tedavisi için Almanya’ya gitti. Mustafa Kemal, daha sonra 29 Ocak 1923’te, İzmir’in sayılı zenginlerinden olan Uşakizade Muammer Bey’in kızı Latife Hanım ile evlendi.

Fikriye Hanım, tüm kalbi ile Mustafa Kemal’e aşıktı. Evlendiğini öğrenir öğrenmez Türkiye’ye döndü ve soluğu köşkte aldı. Ancak Latife Hanım, Mustafa Kemal’e haber vermemiş, Fikriye Hanım’ı da içeri almamıştı. Bazı kaynaklara göre bu durumu kabullenemeyen Fikriye Hanım, Çankaya Köşkü’nde bir tabanca ile intihar etmişti. Mustafa Kemal ve Latife Hanım’ın evliliği de 5 Ağustos 1925’e kadar sürecekti.

Mustafa Kemal Paşa’nın hiç çocuğu olmadı; ancak manevi evlatları oldu. 1916’da Bitlis, Rus işgalinden kurtarıldığı sıralarda 16. Kolordu Komutanı Tuğgeneral Mustafa Kemal Paşa, savaşta bütün ailesini kaybeden Abdürrahim’i (Tuncak) bırakamamış, evlat edinmişti. Onu bakmaları için İstanbul’daki annesi ile kız kardeşinin yanına gönderdi. Bunun yanında Afife, Zehra Aylin, Rukiye Erkin, Nebile İrdelp, Sabiha Gökçen, Afet İnan, Sığırtmaç Mustafa ve Ülkü Adatepe de manevi evlatları idi. İçlerinden Amasyalı Mehmet’in kızı Zehra Aylin, 1936’da, Londra’dan ekspres trenle Paris’e yolculuk ederken Amiens yakınlarında trenden düşerek hayata veda etti…

Annesini kaybetti

Zübeyde Hanım, oğlu Mustafa’yı, 1919’da Anadolu’ya çıktığından beri hiç görmemişti. Üstelik Osmanlı Padişahı’nın hakkında ölüm emri verdiği gibi şeyler de öğrenmişti. İçi içini kemiren anacığı ile Mustafa, ancak 14 Haziran 1922’de, Adapazarı’nda tekrar buluşmuştu. Ankara’ya yanına aldı annesini. Ancak buranın iklimi pek yaramamıştı Zübeyde Hanım’a.

Zübeyde Hanım, tedavi görmek için 18 Aralık 1922’de İzmir’e gitti. Son günleriydi artık; Latife Hanım Köşkü’nde geçiriyordu. Mustafa’nın anneciği, 14 Ocak 1923’te, 66 yaşında hayata veda etmişti. (İzmir’in Karşıyaka ilçesinde 1940’ta yaptırılan anıt mezarda yatıyor.)

Cumhuriyet ilan edildi

Milli Mücadele sonrasında Türkiye’de iki başlı bir yönetim şekli ortaya çıkmıştı. TBMM’nin, 1 Kasım 1922’de kabul ettiği 308 numaralı "Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin, hukuku hâkimiyet ve hükümranının mümessili hakikisi olduğuna dair" adlı kararnamesi ile Vahdettin tahttan indirilerek, saltanat kaldırıldı. Saltanatın kaldırılması, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun yani İstanbul Hükümeti’nin hukuki varlığının resmen sona ermesi anlamına da geliyordu.

8 Nisan 1923’te, yayımlanan Dokuz Umde ile Mustafa Kemal, yeni rejimin temelini oluşturacak Halk Fırkası’nın temellerini atmıştı. Nisan ayında yapılan ikinci meclis seçimlerine sadece Halk Fırkası katıldı. Mustafa Kemal, Cumhuriyet’in ilan edileceğini ilk kez 22 Eylül 1923’te, Wiener Neue Freie Presse Muhabiri, başkentin neresi olacağı sorusunu yanıtlarken vermişti:

Türkiye’nin payitahtı meselesine gelince. Bunun cevabı kendiliğinden ortaya çıkar: Ankara Türkiye Cumhuriyeti’nin payitahtıdır.”

Fethi Bey, aynı anda hem Başbakanlık hem de İçişleri Başkanlığı görevlerini yürütüyordu ki, 25 Ekim’de, İçişleri Bakanlığı görevini bıraktığını duyurdu. Aynı gün Meclis İkinci Başkanlığı görevini yürüten Ali Fuat Paşa da, ayrılarak Ordu Müfettişliği’ne atandı. Şimdi boşalan iki koltuk vardı ve Meclis İkinci Başkanlığı’na Rauf Bey, İçişleri Bakanlığı’na da Sabit Bey seçildi. İki isim de Mustafa Kemal’e muhalif olan milletvekilleri idi. Aslında Mustafa Kemal Paşa durumdan pek hoşnut değildi; 26 Ekim’de, Başbakan Fethi Bey’den “Erkan-ı Harbiye Umumiye Riyaseti Vekili” Fevzi Paşa’nın dışında hükümetin istifa etmesini ve eğer yeniden seçilirlerse görevi kabul etmemelerini istedi. Böylece bir hükümet krizi çıkmıştı. Yeni Bakanlar Kurulu Üyeleri’nin 29 Ekim’de seçileceği bildirildi…

Yaşanan bu gelişmeler üzerine bir yeniliğe ihtiyaç duyulduğunu düşünen Gazi Mustafa Kemal, 28 Ekim 1923 gecesi Çankaya’da İsmet Paşa ve başka birkaç ismi toplantıya çağırarak, “Efendiler!Yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz!” diye kararını açıkladı. Ardından İsmet Paşa ile yalnız kalarak Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda gerekli değişikliği sağlayacak önergeyi hazırladılar. 29 Ekim uzun soluklu bir gündü…

Halk Fırkası’nca, Bakanlar Kurulunun oluşturulması konusu tartışılmaya başlanmıştı. Sorun çözülmek bilmiyordu ki, Mustafa Kemal’den düşüncelerini açıklaması istendi. Gazi Mustafa Kemal, Cumhuriyet’in ilanını hedefleyen tasarıyı grubun bilgisine sunarak, şu içinde bulundukları bunalımdan çıkış yolunun Anayasa’nın değiştirilmesi zorunluluğu olarak açıklamıştı. Tasarı, parti grup tarafından kabul edilmişti. Aynı akşam 18.45’te yapılan TBMM Genel Kurul Toplantısı’nın ardından 29 Ekim 1923 Pazartesi akşamı saat 20.30’da, milletvekillerinin alkışları ve “Yaşasın Cumhuriyet!” nidaları eşliğinde Cumhuriyet ilan edildi…

Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in devrimleri

Cumhuriyet’in ilanının hemen ardından Cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı. Oylamaya katılan 158 milletvekilinin tamamının ve halkın birliği ile Gazi Mustafa Kemal, Türkiye’nin ilk Cumhurbaşkanı ilan edildi. 1924 Anayasası gereğince TBMM, 1927, 1931 ve 1935’te olmak üzere Mustafa Kemal’i 3 kez daha Cumhurbaşkanı seçecekti. Şimdi Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesine çıkarmak için köklü değişiklikler zamanı idi. Bazıları şöyleydi:

3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabulü ile medreseler kapatıldı. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki bütün okullar, Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Eğitimde milli bir nitelik kazanımı hedefleniyordu. Ayrıca aynı tarihte TBMM’nin kabul ettiği bir kanun ile halifelik de kaldırıldı. 30 Kasım 1925’te, tekke, zaviye türbelerin kapatılması mecliste kabul edildi. 1 Kasım 1928’de, mecliste yeni Türk harfleri kabul edildi ve halka okuma yazma öğretmek için Millet Mektepleri kuruldu. 24 Kasım 1928’de Gazi Mustafa Kemal, Başöğretmen ilan edildi.

17 Şubat 1926’da, İsviçre Medeni Kanunu’ndan tercüme edip düzenlenerek oluşturulan Medeni Kanun kabul edildi. 4 Ekim’de yürürlüğe giren bu kanun, tek kadınla evlilik, resmi nikah gerekliliği ve miras konusunda eşit haklar getirerek aile hayatına yeni bir düzen getiriyordu. 1930’da yerel, 1934’te genel seçimlerde olmak üzere kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildi.

21 Haziran 1934’te kabul edilen Soyadı Kanunu ile her Türk vatandaşı, adının yanında ailesinin ortak kullanacağı bir soyadı almaya da başladı. 10 Mayıs 1931’de Cumhuriyet Halk Fırkası’nın programında yer alan Laiklik, Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, İnkılapçılık ilkeleri, 5 Şubat 1937’de de Anayasaya girdi.

Atatürk soyadı verildi

Soyadı Kanunu ile her birey Türkçe, ahlaka aykırı olmayan, gülünç olmayan soyadları alacaktı. Ayrıca 26 Kasım 1934 itibarıyla isimlerin ardında getirilen Ağa, Bey, Hanım, Paşai Hoca, Efendi gibi unvanlar da kaldırıldı. Soyadı Kanunu’nun kabulünün ardından Mustafa Kemal’e, TBMM tarafından Atatürk soyadı verilmişti. O, Türklerin atası idi…

Yeni alfabenin de kabulü ile haliyle nüfus cüzdanları da yenilendi. "993.814-B seri ve 51 sıra numaralı" cüzdanda Adı: Kemal, Soyadı: Atatürk; "993.815-B seri ve 51 sıra numaralı" cüzdanda Adı: Kamâl, Soyadı: Atatürk, Meslek ve İçtimai vaziyeti: Reisicumhur, Medeni hali: Evli değildir şeklinde yazıyordu. Kütüğü ise, Ankara Vilâyeti Çankaya Mahallesi Hane No. 139, Cilt: No. 56 ve Sahile No. 49 olarak görünüyordu.

Nüfus kaydı 27 Ocak 1933’te, "Gaziantep Bey Mahallesi" olarak değiştirilmişti. Şimdi ise, Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü'nün websitesinde yapılan sorgulamada, TC kimlik no: 10000000146, kayıtlı olduğu il: Gaziantep, ilçe: Şahinbey, mahalle: Bey, cilt no: 10, aile sıra no: 44, birey sıra no: 1, adı: Gazi Mustafa Kemal, soyadı: Atatürk, baba adı: Ali Rıza Bey, anne adı: Zübeyde Hanım, doğum yılı: 1881, cinsiyeti: Erkek olarak görünüyordu…

İlgi alanları ve kişisel özellikleriyle Atatürk

Atatürk, kitap okumayı, dans etmeyi, müzik dinlemeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi pek severi. Spor ve sanatla ilgilendiğinde kendini müthiş derecede huzurlu hissediyordu. Zeybek oynamaya, Rumeli Türkülerini dinlemeye ve bir de güreşe bayılırdı. Bilardo ve tavla oynamak da hoşuna giderdi. Oldukça zengin bir kitaplığa sahip olan Atatürk, elinden özellikle tarih kitaplarını düşürmezdi. Hatta kitaplarla ilgili hakkında anlatılan bir anısı da vardı…

Başka meselelerle ilgilenmek yerine sürekli kitap okuyor oluşu bir politikacıyı rahatsız etmiş ve Atatürk’e, “Kitap okuyarak mı Samsun’a çıktın?” diye soruvermişti. Atatürk ise, bu kişiyi şu sözlerle yanıtladı: "Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydı, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım." Kuşkusuz kitaplar, onun en değerli arkadaşlarıydı. Pek değer verdiği iki özel arkadaşı daha vardı: Sakarya adını verdiği atı ve köpeği Fox!

Çankaya Köşkü’ne, sanatçıları, bilim insanlarını, devlet insanlarını, dostlarını davet eder, ülke sorunlarının konuşulduğu, hoş sohbetlerin de edildiği akşam yemekleri verirdi. Bu yemeklerde ve aslında her ortamda en göze çarpan özelliği temiz ve düzenli giyinmeye gösterdiği özendi. Düzen konusunda öyle hassastı ki, siperi bile evini düzenler gibi düzenlerdi. Belki de savaş ortamında kendine bir alan yaratmaktan, evi gibi hissetmekten güç alıyordu…

İleri derecede Fransızca ve az da Almanca bilen Atatürk, aynı zamanda bir doğa aşığıydı. Öyle ki sık sık Atatürk Orman Çiftliği’ni ziyaret ederek, modern tarıma geçiş amacı ile yürütülen çalışmalara bizzat katılıyordu…

10 Kasım 1938

Atatürk’ün sağlık durumu 1937 itibarıyla bozulmaya başlamıştı. 1938’de bir de Avrupa’dan doktorlar getirildi. Dr. Eppinger, diğer meslektaşını beklemeden Atatürk’ü hemen muayene etti ve “Güç bir vaka!” derken yüzündeki ifade çözülmüyordu. Almanya’dan gelen Prof. Bergmann da Avustralyalı meslektaşının ertesi günü varmıştı İstanbul’a. Onun da muayenesi bittikten sonra Türk ve yabancı doktorlar bir araya gelerek bir rapor yazmaya koyuldular. “Atatürk’te siroz vardır.” teşhisi ilk kez o gün kondu. Dahası raporun sonuna da eklemişlerdi: “Sonuç, ciddi ve vahimdir.”

Yaveri Salih Bozok, üzüntüsüne bir tarif bulamıyordu ve bu sırrı bir mektupla Ankara’ya, İsmet Paşa’ya duyurmaya karar verdi. Mektubunu yazarken gözyaşlarına engel olamıyordu:

"Aziz ve Muhterem Büyüğüm İnönü,

Ben bu mektubu sonuna kadar yazmaya, siz de okumaya bilmem muvaffak olabilecek miyiz? Parmaklarım kırık, gözlerim kör olsaydı da ben size böyle acı bir mektup yazmaya muktedir olmasaydım. Fakat vatan aşkı, millet ve memleket sevgisi ile işittiklerimi, gördüklerimi acı ve feci de olsa size bildirmeyi bir vazife, bir borç bildim ve bu mektubu yazmak mecburiyetini hissettim.

Sevgili Paşam,

Büyük kurtarıcımız Atatürk'ümüz dün, ecnebi profesörlerin de bulunduğu bir sıhhî heyet tarafından muayene edildi. Konsültasyon neticesinde icap edenler yapıldı. Fakat bu konsültasyonda bulunan bazı doktor arkadaşlar tarafından bana mahrem olarak söylenenlere ve benim de görüp anladığıma göre Atatürk'ümüzün bugünkü sıhhî vaziyeti korkulacak kadar vahimdir. Kalbim parçalanarak size bu elim haberi vermek mecburiyetinde kaldığım için ayrıca acı duymaktayım. Artık buna göre ne yapmak ve nasıl bir tedbir almak lazımdır, bilemem. Ankara'da bulunduğunuz için buradaki vaziyetten sizi, memleket ve milletimin büyüğü, kıymetli İnönü'müzü haberdar etmekle vicdanî vazifemi yapmak istedim.

Gözyaşlarımla ve derin saygılarımla ellerinizden öperim."

Salih Bozok, mektubu oğlu Cemil’e teslim etti… İsmet İnönü’den 3 Ağustos’ta gelen mektubun son cümlelerinden sevgi taşıyordu: “… Atatürk'ü gördüğün zaman, yormayarak, benim tarafımdan ellerini, yüzünü hasretle öper misin? Mektuplarını daima beklerim. Gözlerim yaşlı olarak, muhabbetle gözlerinden tekrar tekrar öperim sevgili kardeşim."

Ağustos boyunca hastalık ilerlemeye devam etti. Eylül geldiğinde artık karnında biriken suyun miktarı 10-12 litreyi bulmuştu. Atatürk artık nefes almakta zorlanıyor, canı çok yanıyordu. Karnından şırıngayla bu suyu çekeceklerdi. Atatürk, uzun zamandır düşündüğü şeyi artık yapması gerektiğine karar verdi. Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ı çağırttı:

"Bu yolda konuşmak, benim için de, senin için de ağır bir şey, ama başka çaremiz yoktur. Konuşmaya mecburuz çocuk... Hani seninle ara sıra bir işimizden bahsederdik; hatta bunun için bir de hususî kanun çıkarılmıştı. Su vasiyetname meselesi... Bugün yarın o işi bitirmeliyiz. Ne olur ne olmaz. İhtiyatlı olalım. Mal olarak nemiz varsa derhal bir listesini yap, bana getir."

Hasan Rıza çok sarsılsa da, yapmak zorunda olduğunun farkındaydı. Atatürk, bütün parası, hisse senetleri ile Çankaya’daki menkul ve gayrimenkulleri Cumhuriyet Halk Partisi’ne bağışlamakta kararlıydı. Tabii çok incelikli bir şekilde ailesini, yakınlarını da düşünüyordu.

Nihayet 8 Eylül’de Atatürk’ün karnından 12 litre su çekildi. Derin bir oh çekebilmenin keyfine vardı. Ama yine de hali iyi değildi. Artık bir tek isteği vardı: 29 Ekim’de Ankara’da olmak istiyordu. “Ankaraya gidelim. Ne olacaksam orada olayım.” diyordu; ama zor da olsa bunun mümkün olmadığını kabullenmişti. Meclis açılış konuşmasını yapması için Celal Bayar’ı görevlendirdi.

21 Eylül’de karnından ikinci kez, yine 12 litre su alındı. Bu operasyon, aslında onun öldürücü darbesiydi. Yavaş yavaş sona hazırlıyordu. 13 Ekim’de bir su çekme operasyonu daha kapıya dayanmıştı. 10.5 litre daha su çekildi. 19 Ekim’de korkunç son beklenirken Atatürk neredeyse iyiydi; umut veriyordu. Yine de pek umut yoktu. 7 Kasım gelip çattığında, hastalığın son aşamasıydı. 29 Ekim’den bu yana yarı uyur yarı uyanıktı. Uyandığında süt, pirinç suyu, meyve suları ile doymaya çalışıyordu. Canının enginar yemek istediğini söylemişti neredeyse fısıldar bir tonda. İstanbul’da yoktu; hemen Hatay’a ısmarlandı. Ancak ne yazık ki yemek kısmet olmayacaktı.

8 Kasım’da Dr. İdelp’e dikkatle baktığı bir anda belli belirsiz “Aleykümselam” diyerek son kez komaya girdi. Bir daha uyanmayacaktı. 9 Kasım’ı, 10 Kasım’a bağlayan gece oldukça sıkıntılı geçti. Atatürk’e kısa aralıklarla oksijen verildi. Sabaha doğru boğazındaki hırıltılar azaldı. Gün doğarken İstanbul güneşli bir güne uyansa da kimsenin gözünde değildi. Atatürk’ün başında umutla bekleyenlerin ışığı giderek sönerken, güneşinki de haksızlık gibiydi…

Saat 9.00’da, göğsü hızlı hızlı inip çıkmaya başladı. Tüm ülke radyoları başında öylece bekliyordu. Kimseden çıt çıkmıyordu. Atatürk’ün, dünyadaki son 5 dakikasıydı ve gözleri kapalıydı. Odada başucunda bekleyen Mehmet Kamil Berk elinde ıslak bir pamukla sürekli dudaklarını ıslatıyordu. Bu ayrılığa herkes gibi onun da kalbi dayanmıyordu. Akan gözyaşlarına engel olmayı bırakalı çok olmuştu. Gözlerinin önünden kayıp giden dolu dolu bir hayattı. Arada başını Op. Mim Kemal Öke’nin omzuna dayayıp hıçkırıyordu. Hemen ayakucunda Prof. Dr. Süreyya Hidayet Serter ile Dr. Abravaya Marmaralı, sapsarı bir benizle taban refleksini kontrol ediyordu. Prof. Dr. Akil Muhtar Özden ise, artık kendinden geçmiş “Aman Yarabbi!” diye mırıldanarak telaşlı adımlarını durduramıyordu. Muhafız Komutanı İsmail Hakkı Tekçe ve Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak, yatağın sol yanında mıhlanmış gibi öylece duruyorlardı. Silah arkadaşı Kılıç Ali, ellerini önünde kavuşturmuş, son kez saygı duruşunda bulunuyor gibiydi. Odadaki herkes muhtemelen hayatının en üzücü anını yaşıyordu. Bir ara Hasan Rıza dayanamayıp Kılıç Ali’yle göz göze geldiğinde, “Kılıç bak, koca bir tarih göçüyor.” dedi.

Ve saat, tam 9’u 5 geçiyordu…

Odadaki herkes Atatürk’e son kez veda etti. Bir tek “Kalbim iki değirmen taşı arasına düşmüş bir buğday tanesi olsa, ancak bu kadar ezilirdi.” Diyen yaveri Salih Bozok bir türlü veda etmenin yolunu bulamamıştı. Şuursuzca sarayın merdivenlerini neredeyse yuvarlanırcasına indi. Alt katta boş bulduğu bir odaya girdi ve kapıyı kapattı. Az sonra içeriden tek el silah sesi duyuldu. Salih kalbine nişan almıştı…

Ülkesine, milletine sonsuz bir sevgi ile bağlı, her 10 Kasım’da onu bir kez daha uğurlasak da sonsuzluğu bulmuş, değerini her an kalbimizde hissettiğimiz Canım Atam, sen iyi ki geçtin bu dünyadan…

İyi ki…

Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Instagram: biyografivekitap