Halide Edib, yazar, öğretmen, siyasetçi, gazeteci, akademisyen ve hatta cephede onbaşı… Yaşamı boyunca pek çok unvana layık olmanın onurunu yaşadı. Yine de hepsinden öte tüm bunlara yeten cesur kalbiydi aslında elinde olan. Özellikle bir kadın olarak ülkesinin yanında kadınlar için de bir mücadele verdi ve hep dimdik durdu. Kadının eğitilmesini ve ön planda tutulmasını çok önemsiyordu.
Gerçekten pek çok eseri vardı, ama en çok Sinekli Bakkal ile anıldı. Belki de döneminin koşullarından çıkıp romanını İngilizce yazmasının etkisi büyüktü. Konuşmaktan, üretmekten, hep koşmaktan hiç yorulmadı. Kuşkusuz şu hayatı yaşarken onun bir adımının enerjisinden taşısak yetecek…
Böyle isimler karşısında hep bir minnet doluyum. Ülkenin Milli Mücadele’den güçlü çıkışında, savaştan kurtuluşunda en çok etkisi olan isimlerden biri olduğun için, bunca güçlü ve cesur bir kadın olduğun için çok teşekkür ederim…
İyi ki…
Çocukluğu ve eğitim hayatı
Halide, 11 Haziran 1884’te, İstanbul Beşiktaş’ta, Ihlamur yakınlarında, daha sonradan Mor Salkımlı Ev diye adlandıracağı evde, Fatma Berifem Hanım ve Mehmet Edib Bey’in kızları olarak dünyaya geldi. Mehmet Edib Bey, II. Abdülhamit döneminde Ceyb-i Hümayun Katipliği (Padişah Hazinesi Katipliği), bundan başka Yanya ve Bursa Reji Müdürlüğü yapmıştı.
Annesi Fatma Hanım, Halide daha çok küçükken veremden öldü. Annesizliğin getirdiği bir olgunluk düştü Halide’nin üzerine. Boğaziçi’nin yeşillikleri arasında büyüdü. Babasının eğitime özen gösteriyor olması yönünden oldukça şanslıydı. Mehmet Bey, Britanya’nın aydınlığa ve modernliğe giden yolu çoktan keşfetmiş olduğuna inanıyordu. Bu sebepten çocuklarının eğitimi için araştırmalar yaparken kriterleri bu değerlerden geçiyordu. Aslında bu dönemin getirisi, üst sınıf Müslüman kadınlar için eğitim veren özel hocalardan birini seçmekti. Ancak Mehmet Bey kriterlerini karşılayan, İngilizce eğitim veren Üsküdar Amerikan Kız Koleji’ni tercih etmişti.
Üsküdar Amerikan Kız Koleji’ne girdiğinde henüz 7 yaşındaydı. Yaşı büyütüldüğünden bu gerçek bilinmiyordu tabii. Zaten kolejde çok uzun da barınamadı. Bir seneyi tamamlamıştı ki, kolejden bir öğrencinin yetkililere gizliden sızdırdığı bilgi ile Padişah II. Abdülhamit’in iradesinde “Hristiyan okullarında Müslüman öğrencilerin okuyamayacağı” emri ile okuldan uzaklaştırıldı. Halide ilköğretimi, babasının evde aldırdığı özel dersler ile tamamladı.
Özel derslerde gördüğü İngilizceyi pek iyi öğrenmişti doğrusu. Fransızcayı da en az İngilizce kadar iyi öğrenecekti. Bu kızda bir başka cevher vardı. Halide daha İngilizce öğrenirken, Amerikalı çocuk kitapları yazarı Jacob Abbott’um “Ana” adlı eserini çevirdi. Bu çeviri, 1897’de basıldı. Bu enfes başarı dikkatlerden kaçmamıştı. 1899’da II. Abdülhamit, onu Şefkat Nişanı ile ödüllendirdi. Ancak Halide için pek değerli bir ödülü daha vardı aslında; daha çok eğitim.
II. Abdülhamit bu kez Halide’yi kolejin en yüksek sınıfına gönderdi. Halide, 1901’de Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nden mezun olan ilk Müslüman kadın olmuştu. Üstelik mezuniyeti lisans derecesindeydi. Edebiyattan bilime tüm konuları kapsayan muntazam bir eğitim aldığı bu okulda, İngilizce ve Fransızcasını enfes derecede geliştirmişti.
(Oğulları ile)
Halide Edib evlendi
Kolejin son sınıfıydı. Bu okul onun sadece tüm ömrünü perçinleyecek eğitiminin ilk adımı değildi. Bir de Salih Zeki Bey’i getirdi hayatına; son sınıftayken Matematik Öğretmeni idi. 1901’de mezun olur olmaz kendinden hayli büyük Salih Bey ile evlendirildi.
Salih Bey, Rasathane Müdürü olarak görev yaptığı için evlerinin hep rasathane içinde olmasından ve bir ev hanımı olacağını muhtemelen hiç hayal etmediğinden mütevellit ilk yıllar oldukça sıkıcıydı.
Bu evlilik onlara 1903’te oğulları Ayetullah’ı getirdi. Tam 16 ay sonra da, 1905’teki Japon-Rus Savaşı’nda Batı uygarlığının bir parçası sayılan Rusya’yı, Japonların yenmesinin sevinciyle Japon Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral Togo Heihachiro’dan esinlenerek adını koydukları diğer oğulları Hasan Hikmetullah Togo’yu. Halide, II. Meşrutiyet’in ilanına kadar ev hanımlığı ve çocuklarıyla ilgilendi. Elbette içinde durduramadığı yazmak konularıyla da…
Halide ve Salih Bey, 1910’da boşandı.
Kadın Hakları üzerine yazılar
Onun içinde bitmek bilmez bir yazma hevesi vardı. Evliliklerinin ilk yıllarında Halide, Salih Bey’e, Kamus-u Riyaziyat eserini yazmasında yardımcı oldu. Bir arı gibi sürekli bir şeyler üretmenin peşindeydi Halide. Evvela ünlü İngiliz Matematikçilerin yaşamını Türkçeye çevirdi. Ardından birkaç Sherlock Holmes hikayesi de çevirdi.
Bu sırada sadece çeviri yapmıyor, aynı zamanda da okuyordu; çok okuyordu. Fransız Yazar Emile Zola çok ilgisini çekmişti. Ardından Shakespeare… Ve Hamlet’i de çevirdi.
23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’in ilan edilmesi Halide’de tarifsiz bir coşku uyandırmıştı. Bu coşkuyu bir emeğe çevirmeliydi. Tevfik Fikret’in kurduğu Tanin gazetesine yazmak için başvuruda bulunmak geldi aklına. Ve nihayetinde Kadın Hakları üzerine yazdı da! Ancak Halide, tam adını kullanmak yerine, kocasından sebep “Halide Salih” adı ile yazmıştı.
Yaşadığı dönemde bu oldukça büyük bir adımdı. Bir kadın olarak yazı ve yayım dünyasında edindiği yer, toplumda büyük fark yarattı. 1908 Temmuz’unda Osmanlı İmparatorluğu’nda II. Abdülhamit’in sona ermesi ve Meşrutiyet’in yeninden ilan edilmesiyle gerçekleşen Jön Türk Devrimi ile Halide Edib, artık “Yazar oldum” diyebilmişti. Üstelik çok geçmeden adı da yayıldıkça yayıldı ve giderek ünlendi. Bir yazarın yazdıkları ile ünlenmesi elbette iyi bir şeydi. Ancak Halide, yazdıklarından sebep tehdit mektupları almaya başlamıştı. Osmanlı’daki muhafazakar çevrenin tepkisini çekiyordu. 1909’da, İttihat ve Terakki Cemiyetine karşı yapılan 31 Mart Ayaklanması sırasında öldürülme endişesi ile iki oğlunu da alarak kısa bir süre için Mısır’a gitti.
Oradan da İngiltere’ye geçmişti. Burada Gazeteci Isabelle Fry’in evine konuk oldu. Isabelle, onu Kadın Hakları hakkında yazdıklarından sebep tanıyordu ve Halide’ye, İngiltere’ye davet mektubu göndermişti. Londra’da bulunduğu süre boyunca da onun yanında kaldı. Bu durum kendi içinde bir kaçış olsa da, bir yandan da farklı kültürler tanıma imkanı demekti. Halide gibi cesur bir kadın kabuğuna çekilecek değildi. Burada dönemin sürüp giden kadın-erkek eşitliği tartışmalarına tanık olma şansı yakaladı. Ayrıca Bertand Russell gibi fikir adamlarıyla da tanışıyordu. Duygu ve düşüncelerinin tahlil ve yönetimini iyi yapan bir beyni vardı doğrusu. Zaten İngiliz gazetelerinde daha önceden yayınlanmış makalelerinden dolayı tanınıyor olduğunu da fark etti.
İstanbul’a geri döndü
Yıl bitmeden, Ekim ayında İstanbul’a dönmüştü Halide. Dolu dolu dönmüştü hatta. 20’li yaşlarını yarılamış bir genç kadın olarak kariyeri konusunda verdiği kararlar vardı. Siyasi içerikli yazıları bırakmadı. Ancak edebi yazılar da yazmaya başlamıştı. Bu dönemde “Hayyula” ve “Raik’in Annesi” tefrika edildi. Ardından, ona ilk ciddi romancılık şöhretini kazandıracak, “Seviyye Talib”ini yazmaya başladı. 1910’da basıldı.
Üretkenliğini sadece yazıda kullanmıyordu. Pedagojik konularda yazmaya da başlamıştı. Hayatında çok önemli bir yer edecek olan eğitim faaliyetleri de başlamış oldu. O yıl kendisine gelen teklifi kabul etti ve Darülmuallimat’a, “Tedris Usulü” hocası olarak girdi. Bir süre burada, ardından 5 yıl da İdadi’de hocalık yapacaktı…
Görevleri sırasında İstanbul’un tüm eski mahallelerini de, oradaki fakir insanları da yakından tanıma fırsatı bulmuştu. Yıllar sonra yazacağı ünlü “Sinekli Bakkal”romanı ve daha birçoğu da, işte bu zamanlardan, mekanlardan ve insanlardan doğacaktı…
Bu sırada kocası Salih Bey de ikinci bir kadınla evlenme isteğini bildirmişti Halide’ye. 1910, onun için yazı hayatındaki güzel gelişmelerinin yanında sarsıcı bir yıl olmuştu. Çocuklarını alıp Yanya’ya babasının yanına gitti. Döndüğünde de 9 yıllık evliliğini bitirerek babasının yardımıyla Fazlıpaşa yokuşunda tuttuğu eve taşındı. Bu boşanma işi onu gerçekten derinden sarsmıştı. Ancak yine de kendini toparlamayı bildi ve 1910 yılı bitmeden mektepteki işine döndü ve elbet daha çok yazmaya…
Bir şey daha vardı. Bugüne kadar yazdığı her bir yazıda “Halide Salih” adını kullanıyordu. Artık babasının adına dönebilirdi. Bundan böyle Halide Edib olarak yazacaktı. İşte “Seviyye Talip”, Halide Edib adını kullandığı ilk romanıydı. Özellikle boşanmasının üzerine, bu eser, feminist bir eser olarak değerlendirildi. Roman, bir kadının kocasını terk ederek sevdiği erkekle yaşayışını anlatıyordu. Elbette birçok eleştiriye maruz kaldı…
Balkan harbi
Halide, artık kendini tamamen yazılarına ve vatanına duyduğu sevgiye adamıştı. 1910-1912 yılları arasında Türk Ocağı çevresinde entelektüel bir Türkçü halkaya dahil olarak geçiriyordu günlerini. Burada Ziya Gökalp, Hamdullah Suphi, Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçuru gibi yazarlarla tanıştı. “Son Eseri” adını verdiği aşk romanını yazıyordu Halide. Bir yandan da öğretmenlik onu öyle sarmıştı ki, eğitim konusunda da yazma ihtiyacı duymuştu. Herman Harrell Horne'un The Psychological Principle of Education (Eğitimin Psikolojik Temeli) eserini baz alarak yazdığı kitaba “Talim ve Edebiyat” adını verdi. Türk Ocağı’nda tanıştığı yazarlarla kurduğu dostlukların üzerine Turancılık fikrini de iyiden iyiye benimsemişti. Etkisiyle “Yeni Turan” adın verdiği eserini yazdı. 1911’de, “Harap Mabetler” ve “Handan” adını verdiği romanlarını da yayımlandı.
Hem bu yıllar kadınlar toplum yaşamında daha aktif bulunmaya da başlamıştı. Bu durumdan duyduğu memnuniyetin yeri apayrıydı. Teal-i Nisvan Cemiyeti’ni (Kadınları Yükseltme Derneği) işte bu dönemde kurdular. 1911’den itibaren Türk Yurdu mecmuasında yazmaya başladı.
Ayrıca yine 1911’de ikinci kez İngiltere’ye gitti. Yine kısa bir süre kaldı. Memleketine geri döndüğünde ise, 1912’de, Balkan Savaşı patlak vermişti.
Söz konusu vatan olduğunda, Halide kendini her şeyde sorumlu hissediyordu. Bu felaket manzarası karşısında da sessiz kalamazdı ya, kurucularından biri olduğu Teal-i Nisvan Cemiyeti’nin faaliyetlerine katıldı. Onun görevi yardım ve hastabakıcı kolunu düzenlemekti.
Bu arada Maarifteki görevinden de istifa etmişti. Şimdi sırada Kız Mektepleri Umumi Müfettişliği teklifine “Evet!” demek vardı. 2 yıl sonra 1914’te, müfettişlik görevi hala devam ederken, I. Dünya Savaşı ilan edildi…
I. Dünya Savaşı
Halide, zor zamanlara doğduğunun ve bu zamanda yaşamak zorunda olduğunun farkındaydı. Sadece onlar değil ya, tüm dünya bir hal içindeydi. Bir olaya uzaktan bakmaktansa, onun bir parçası olmayı tercih etmişti sadece, hepsi bu.
1916’da, savaş devam ederken Hoca ve Maarifçi olarak, Nakiye Hanım ve Hamdullah Suphi ile Cemal Paşa’nın daveti üzerine Suriye’ye, oradan Lübnan’a ve Şam’a gitti. 1916’nın Eylül ayında yeniden İstanbul’daydı. Onun hayatı, yazarlık ve eğitmenlik şeklinde iki koldan oluşuyordu ve nihayetinde ikisi de memleketine dayanıyordu. Ülkesine dönmüştü dönmesine, ama bir yandan da savaşın çirkin yüzü insanlarda müthiş bir ümitsizlik yaratmıştı. Halide de nihayetinde çelikten değildi. Bu ümitsizlik meselesi Halide’ye yazarlığın döneminde önemini yitirdiği düşüncesi olarak yansımıştı. Hayattaki var oluşunu eğitim ile desteklemeye karar vermişti. Cemal Paşa’nın Lübnan ve Suriye’de mektep açma çağrısını da işte tam olarak bu ümitsizlik psikolojisinden sebep hiç düşünmeden kabul etmişti. Mektep açma faaliyetlerini yürütmek ve Ayni Tıra Yetimhanesi’nin başına geçmek için geldiği bölgeye geri döndü.
(Babası ile)
Tekrar evlendi
Abdülhak Adnan Bey, daha önceden aile doktorlarıydı ve bundan başka da birçok vesile ile görüşmüşlerdi. Adnan Bey, İttihatçı bir doktor ve yazardı. İşte bu adam, 1917’de Halide’nin ikinci kocası oldu. Ancak bu bir başka nikah olmuştu. Halide, bir öğretmen okulu kurmak üzere Suriye’de, Cemal Paşa’nın yanındaydı. İşlerini bırakıp dönecek zaman değildi; kendi nikahı için bile. Nikah, babasının vekalet etmesi üzerine Dr. Abdülhak Adnan ve Halide’nin babası arasında kıyıldı.
Halide, sadece hayatına değil, savaş ortamındaki çalışmalarına da bir yol arkadaşı bulmuştu. 1918’de müttefiklerin İzmir’i, ardından da İstanbul’u işgali, apaçık Osmanlı’nın yıkımı demekti. Halide Edib de içinde bulunduğu ümitsizlik buhranından çabuk kurtulmuş, ülkenin kurtarılması için halkı bilinçlendiren yazılar yazıyordu. Kocası ile birlikte Müttefik işgaline muhalefet edenlerin başında bayrak taşıyorlardı…
(Mustafa Kemal ile)
Milli Mücadelede bir cesur kadın
Halide, İstanbul’a dönmüş de çalışmalarına başlamıştı bile. Darülfünun’da, Batı Edebiyatı okutmaya başladı. Bir yandan da Türk Ocakları’nda çalıştı. Burada küçük bir grubun Anadolu’ya uygarlık götürme amaçlı kurduğu Köycüler Cemiyeti’ne de reis oldu.
Bu sırada İzmir’in işgali gerçekleşti ve bu olaydan sonra Halide’nin derdi günü Milli Mücadele oldu. Karakol adı verilen gizli örgüte girerek Anadolu’ya silah kaçırma işinde bile bulundu. Bu süreçte Vakit Gazetesi’nde sürekli olarak yazıyordu. Daha sonra Mehmet Zekeriya Sertel ve karısı Sabiha Hanım’ın çıkardığı Büyük Mecmua’ya da başyazar oldu…
Milli Mücadele taraftarı aydınların bir kısmı ABD ile işgalcilere karşı iş birliği yapmanın mantıklı olduğunu düşünüyordu. Refik Halit, Yunus Nadi, Celal Nuri, Ali Kemal, Ahmet Emin gibi bu fikirde olan aydınlar, 14 Ocak 1919’da, Wilson Prensipleri Cemiyeti’ni kurdu. Onlara katılan isimler arasında Halide Edib de vardı. Ancak cemiyet sadece 2 ay varlığını sürdürdü.
Halide, 10 Ağustos 1919’da, Mustafa Kemal Paşa’ya bir mektup yazdı. O sıralar Sivas Kongresi’nin hazırlıklarını tamamlamakla ilgilenen Milli Mücadelenin Önderi Mustafa Kemal’e, Amerikan Mandası Tezini açıklıyordu. Bu tez, kongrede tartışıldı ve reddedildi.
Mustafa Kemal yıllar sonra “Nutuk” adını verdiği eserinde “Amerikan Mandası için Propagandalar” başlığı altında birçok eleştiri arasına Halide Edib’in mektubunu da ekleyerek mandaterliği eleştirecekti. Yine bundan yıllar sonra da Halide Edib, Türkiye’de verdiği bir röportajında, Milli Mücadeleden bahsederken “Mustafa kemal Paşa haklıymış!” diyecekti…
“Artık birey olarak mevcut değildim, o muhteşem milli çılgınlığın bir parçası olarak çalışıyor, yazıyor ve yaşıyorum” diyordu Halide. Onu yazmaktan, vatanı için üretmekten geriye koyacak hiçbir güç yoktu. 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’i işgalini protesto etmek için İstanbul’da birçok miting düzenledi. 19 Mayıs 1919’da kadın hatiplerin de konuşmacı olduğu Asri Kadınlar Birliği’nin düzenlediği ilk açık hava mitingi olan Fatih Mitinginde, kürsüye çıkan ilk konuşmacı Halide Edib’di. Doğrusu konuşması ile adeta büyülemişti. Ertesi gün Üsküdar, 22 Mayıs’ta da Kadıköy’deki mitinge katıldı.
En çok ses getireni Sultanahmet Meydanı’nda olandı. Çünkü burası sadece Türk Milliyetçiliği için değil, Türk kadınları için de bir dönüm noktasıydı. Halide Edib, bu mitingin başkahramanı olmuştu. Şöyle haykırdı Halide Edib binlerce insana: “Yüreğimizdeki kutsal heyecan, milletlerin haklarını ilan edinceye kadar sürecektir”. Ayrıca burada, daha önceden yazmadan doğaçlama söylediği “Milletler dostumuz, hükümetler düşmanımızdır!” cümlesi de zamanla bir vecize olarak anıldı.
16 Mart 1920’de İngilizlerin, İstanbul’u işgal etti. Hakkında idam kararı çıkarılan isimler vardı. İdam emri padişah tarafından da onaylanan altı kişi vardı; ilk kişiler Mustafa Kemal’in yanında Halide Edib ve kocası Dr. Adnan Bey’di. Diğer üç kişi ise, Kara Vasıf, Ahmet Rüstem ve Ali Fuat Paşa’ydı. Ancak bu idam kararı çıkmadan önce Halide, kocasıyla Ankara’ya, Milli Mücadeleye katılmak için gitmeyi başarmıştı…
Anadolu Ajansı’nı kurdular
Halide ve kocası Adnan, Milli Mücadele uğruna pek çok fedakarlıkla çıkmıştı yola… Henüz haklarında idam kararı çıkmadan önce, çocuklarını İstanbul’da Robert Kolej’e yatılı olarak yerleştirmiş, başlarına bir hal gelmesi durumunu da göz önünde bulundurarak çocuklarını İngilizlerden korumak için Amerika’ya götürmesini Amerikalı bir dostundan rica etmişti. Her şeyi düşünerek ilerlemeliydi. Biliyordu, Milli Mücadele için bunların hepsine değerdi…
19 Mart 1920’de at sırtında yola çıkmışlardı. Türlü zorluklardan sonra Gevye’ye ulaştıklarında Yunus Nadi Bey ile de buluştular. Uzun soluklu bir yolculuktu doğrusu. Trene binip hep birlikte 2 Nisan’da Ankara’ya vardılar. Ne çok bekleyenleri, umut oldukları ne çok yürek vardı.
Ankara’ya yolculukları sırasında Akhisar İstasyonu’nda, Yunus Nadi ile halkı daha çok bilgilendirmenin gerekliliği üzerine konuşurken bir ajans kurmaya karar verdiler. Anadolu’da çetin bir mücadeleyken içinde bulundukları duruma en uygun ismi de buldular: Anadolu Ajansı. Mustafa Kemal’in de aklı bu fikre yatmış, onay vermişti.
Halide, Ankara’da, Kalaba şimdiki Keçiören’deki karargahta görevliydi. Ajansın kurulumu için çalışmalar başlamıştı. Ajansın her şeyi olarak her yerdeydi. Muhabiri de, yazarı da, yöneticisi de, ayak işlerine bakanı da oydu. Haberleri derliyor, Milli Mücadele’ye ilişkin bilgileri gerekli yerlere telgraf çekiyordu. Haberleri telgraf yoluyla iletmek mümkün değilse, bu kez de afişler hazırlatıp camii avlularına yapıştırılmasını sağlıyordu. Sadece yurt içinden haberler böyle bir dönemde yeterli olmazdı tabii. Avrupa basınını takip eden yabancı gazetecilerle de dirsek temasındaydı. Tercümanlık işlerini yürütüyor, Mustafa Kemal’in bu yabancı gazetecilerle görüşmesini de bizzat sağlıyordu. Halka iletilmesi gereken en elzem konulardan biri 23 Nisan 1920’de meclisin açılacak olmasıydı…
Bu arada bir yandan da Yunus Nadi’nin çıkardığı Hakimiyet-i Milliye gazetesi de vardı. Halide Anadolu Ajansı’nın yanında Mustafa Kemal’in başka yazı işleri ile ilgilenirken bir yandan da bu gazeteye de yardımcı oluyordu…
Savaştan çıkmış romanlar
1921’de Halide Edib, Ankara Kızılay Başkanı’ydı. Aynı yılın Haziran ayında da Eskişehir Kızılay’da hasta bakıcılık yapıyordu. Savaş ortamında onun gözü de gönlü de iş ayırt etmiyordu.
Bir yandan da orduya katılmak istiyordu. Orada daha faydalı olacağını düşünüyordu. İsteğini bir telgrafla Mustafa Kemal’e iletti. Halide, cephe karargahında görevlendirildi. Sakarya Meydan Muharebesi’nde de onbaşı olarak görev aldı. Ayrıca Tetkik-i Mezalim Komisyonu’nda da Yunanlıların halk üzerinde bıraktığı tahribatı incelemek ve raporlamakla görevliydi.
Halide, savaş süresince cephe karargahındaydı. Dumlupınar Meydan Muharebesi’nden sonra ordu ile birlikte İzmir’e geçti. İzmir’e yürüyüş sırasında o, artık başçavuştu. Her ne görev verildiyse hakkını veriyordu. Savaşta oldukça faydalı olmuştu. Bundan sebep İstiklal Madalyası’na layık görüldü.
İşte tüm bu savaş sürecinde özellikle Sakarya Meydan Muharebesi kısmı, 1926’da yayımlanacak “Vurun Kahpeye” romanının konusunu oluşturmuştu. Savaştan edindiği tecrübe elbette daha pek çok eser vermesine sebepti. 1922’de “Türk’ün Ateşle İmtihanı” ve “Ateşten Gömlek", 1924’te “Kalp Ağrısı”, 1928’de “Zeyno’nun Oğlu”, Kurtuluş Savaşı’nı başka başka yönlerden ele alıyordu.
Eserleri ile Halide Edib
Halide, aslında pek çok türde eserler vermişti. Ama yine de onunla birlikte anılan Ateşten Gömlek, Vurun Kahpeye ve 1936’da kaleme aldığı Sinekli Bakkalromanlarıyla tanındı. Vatan için yaptıkları bir yana edebiyat konusunda katkılarından dolayı da Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı’nda gerçekçi roman geleneğinin öncülerinden biri olmayı başarmıştı.
Edebiyatta Halide Edib eserleri genel olarak içerik bakımından 3’e ayrıldı: Kadın meselelerini ele alan ve eğitilmiş kadının toplumdaki yerini arayan eserler, Milli Mücadele Dönemi’ni anlatan eserler ve şahsiyetleri, içinde bulundukları geniş toplumla ele alan romanlar…
Romanlarında sade bir dil kullanmıştı. Kadın psikolojisini işlediği romanlarda da muntazam bir ideal kadın figürü yaratmanın peşindeydi. Türk toplumunun geçirdiği evrim ve bu süreçteki çatışmalarını, yine kendi deneyimlerinden yola çıkarak İngiliz romanı geleneklerine uygun eserler olarak verdi. Eserlerinde, olaylar ve kişiler çoğunlukla birbirinin devamıydı ve bundan sebep Irmak Roman olarak nitelenebilirdi…
(Kocası Adnan Bey ile)
Savaştan sonra Halide Edib
Türk ordusu Kurtuluş Savaşı’ndan bir zaferle çıkmıştı. Sonrasında Halide, Ankara’ya döndü. Ancak bu sırada Adnan Bey, Dış İşler Bakanlığı’nın İstanbul Temsilcisi olarak görevlendirildi ve İstanbul’a gittiler. İşte “Türk’ün Ateşle İmtihanı” anılarının buraya kadar olan kısmıydı.
29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi. Halide Edib’in gönlüne serpilen su, tüm halkın gönlündekinden daha serindi sanki. Büyük bir mücadeleden sağ salim çıkmış olmanın sonsuz huzuruydu bu. Halide şimdi daha çok yazabilirdi. Akşam, İkdam ve Vakit gazetelerinde yazmaya başladı. Evet, ülke savaştan çıkmıştı. Ancak bu kez de bir pürüz vardı: Halide, Cumhuriyet Halk Fırkası ve Mustafa Kemal ile siyasi fikir ayrılığındaydı…
Bu sırada Adnan Bey de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşunda yer almıştı. İkisi de bir anda iktidar çevresinden daha da uzakta buldular kendilerini. Üstelik pürüz olarak başlayan görüş ayrılığı giderek büyüyordu. Önce Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapandı. Ardından da Takrir-i Sükun Kanunu’nun kabulü ile tek parti dönemi başladı. Bunun üzerine kocası ile burada kalamayacaklarına karar verdiler ve İngiltere’ye gittiler. Ancak süresi hiç de kısa olmadı. İngiltere’de 4 yıldan sonra 10 yıl da Fransa’da geçti. 14 yıl boyunca dönmediler.
Yurtdışında edebiyat
Yazmanın hayatının vazgeçilmez imgesi olduğunu görmüştü artık. Tabii ülkesinden uzakta diye onun için bir şey yapmaktan da vazgeçemezdi. İkisini yine bir arada sürdürdü. Bir yandan romanlar yazıyor, bir yandan da Türk kültürünü dünya bilsin istiyordu. Bu konuda pek çok konferans verdi.
İngiltere’de Oxford ve Cambridge, Fransa’da Sorbonne Üniversitelerine konuşmacı olarak katıldı ve gözünün bebeği ülkesini anlattı. İnsanın sınırları olduğuna inanmıyordu elbet. Bu konuşmalar üzerine bir kere Hindistan’a, iki kere de Amerika’ya davet edildi.
Özellikle Amerika’dan aldığı teklif yıllardır sızlayan burnunun direğini bir nebze olsun rahatlatacağından bir başka değerliydi. Oğulları da artık Amerika’da yaşıyordu. 1928’de Amerika’ya ilk kez gittiğinde Williamstown Siyaset Enstitüsü’nde gerçekleşen bir yuvarlak masa konferansına başkanlık eden ilk kadın yine Halide Edib’di. Göz kamaştırıyordu. Ancak o şu an sadece bulunduğu koltukta ışıldayan bir kadın değil, savaş yüzünden oğullarını 9 yıl sonra ilk kez görecek bir anneydi…
Amerika’ye ikinci kez gelen teklif, 1932’de Columbia Üniversitesi Bernard Kolej’dendi. Michigan, Yale ve Illinois Üniversitelerinde konferanslar verdi. Bu konferansları ve dahilinde yaşadıklarını, hissettiklerini yazmadan olmazdı. Eserine, “Türkiye Batıya Bakıyor” adını verdi.
Hindistan’a ise, 1935’te, İslam Üniversitesi Jamia Milia’yı kurmak için açılan kampanyalar dahilinde davet edilmişti. Ülkede, Aligar, Delhi, Benares, Peşaver, Lahor, Haydarabad, Kalküta Üniversitelerinde dersler verdi. Öğretmenlik zamanlarına duyduğu özlemi bunca zaman nasıl görmezden gelişine bir durup şaştıktan sonra yazmaya devam etti. Hayat durup herhangi bir anı sadece seyretmek için fazla kısaydı. Tüm konferanslarını bir kitapta topladıktan sonra ülkeyi, buradaki izlenimlerini anlatan bir başka kitap yazmayı da ihmal etmedi.
1936’da ise, en ünlü eseri Sinekli Bakkal’ı verdi. Ancak onun, “The Daughter of Clown” adıyla İngilizce orijinalini yayımladı. Halide Edib, aynı zamanda Türk Edebiyatı’nda ilk kez İngilizce roman yazan yazar da olmuştu şimdi. Çok geçmeden aynı yıl Haber Gazetesi, romanı Türkçe olarak tefrika etti. Adını en çok duyurduğu Sinekli Bakkal, Türkiye’de en çok baskı yapan roman olmuştu ve Halide Edib, 1943 CHP Ödülü’ne layık görüldü.
Soyadı nasıl Adıvar oldu
Soyadı Kanunu, 21 Haziran 1934’te kabul edildi ve 2 Temmuz’da da Resmi Gazete’de yayımlandı. 2 Ocak 1935’te de yürürlüğe girdi.
Kanun çıkmasına çıkmıştı; ama bu duruma tepki gösterenler de vardı. Gereksiz olduğu düşünülüyordu. Onlardan biri de Halide Edib idi. “Ben zaten meşhur biriyim. Benim gibi birinin soyadı almasına gerek yok” diyerek karşı çıkıyordu. Mustafa Kemal, ilk soyadı alan isimdi. Ona Atatürk soyadı verilmişti.
Halide Edib’in bu tepkisi Atatürk’ün kulağına kadar gelmişti. Halide ve kocası Adnan Bey de, tepki olarak “Adıvar” soyadını tercih etti.
Halide Edib tekrar ülkesinde
Halide, İstanbul’a 1939’da döndü. Onun yaşadığı sürece mutlaka ülkeye faydası dokunacak bir işte yer alması gerekiyordu. Bu sadece onun kendini iyi hissetmesi için değil, fayda sağlayacağı pek çok insan için de önemliydi. Halide, 1940’ta, İstanbul Üniversitesi’ne İngiliz Filoloji Kürsüsünü kurmak üzere görevlendirildi. Ardından layık görüldüğü Kürsü Başkanlığı, 10 yıl sürdü. Shakespeare hakkında bir açılış dersi yapmıştı. Etkisi yıllarca silinmedi.
1950’de, Halide Edib tekrar siyasi yanına döndü. Açılışına emek emek şahit olduğu TBMM’ye, Demokrat Parti listesinden İzmir Milletvekili olarak girmişti. Meclisteki görevi, 5 Ocak 1954’te Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımladığı “Siyasi Vedaname” adını verdiği yazısına kadar devam etti. Elbette istifası sadece siyasiydi. Bir şekilde çalışmaya, üretmeye devam etmeliydi. Üniversiteye geri döndü…
Halide Edib öldü
1955’te Halide, her an her koşulda yanında bulunan hayat arkadaşı Adnan Bey’i kaybetti. Bu onun için çok sarsıcı bir kayıp olmuştu. Bundan böyle bir yanı eksik kalacaktı. 9 Ocak 1964’te de kendisi bu dünyaya kapadı gözlerini. Vücudu, böbrek yetmezliği olarak göstermişti tepkisini. Oysa belli ki, onun en çok ruhu ağrımıştı. Geride savaştan çıkan kitaplarını, ömürlük tecrübelerini ve kitaplarının her bir sayfasına alenen sakladığı vatan sevgisini bırakan cansız bedeni, Merkezefendi Mezarlığı’na defnedildi.
Kalbinde taşıdığı sonsuz cesaret ve vatanına duyduğu sevgi ile hep üreten, fayda sağlamak için dört nala koşan bir Halide Edib Adıvar geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekita
Daha Fazla Yorum Yükle
0 Yorum Yapılmış