Kitap okumayı en fazla ne kadar sevebilirdiniz? Ya da belki şöyle sormalıyım, herhangi bir şeyi en fazla neyinizi feda edecek kadar sevebilirdiniz?
Cemil Meriç, kitapları, görme yetisini yitirmeyi umursamayacak kadar çok seviyordu. Onunki öğrenmeye karşı duyduğu sonsuz açlık gibiydi. Sonunda görme yetisini tamamen yitirdiğinde ise, kalp gözünü açtı ve eserlerini verdi. Belki de fiziksel olarak değil, bir nesnenin duygusunu görebildiği için bunca sevildi…
Çok sevdiği kitaplarıyla dolu dolu 70 yıl geçirdi Cemil Meriç ve 33 yıl önce bugün aramızdan ayrıldı. Dilerim bir yerlerde ruhu kitaplara doymuş bir şekilde, yazdıklarını okuyan herkese gülümsüyordur…
Çocukluğu
Cemil, 12 Aralık 1916’da, Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde, Zeynep Ziynet Hanım ve Mahmut Niyazi Bey’in oğlu olarak dünyaya geldiğinde, ev sahipleri Osman Ağa’nın bir asker dostunun ısrarı ile ailesi, ona “Hüseyin Cemil” adını verdi.
Ailesi Balkan Savaşları sırasında Dimetoka’dan Reyhanlı’ya göçmüştü. Çamurlu sokaklardan geçilerek varılan bir küçük evde oturuyorlardı. Cemil de bu evin bir odasında açtı dünyaya gözlerini. Dimetoka’da hakimlik yapan babası, Cemil’in doğumundan sonra Antakya’da Ziraat Bankası Müdürlüğü ve Mahkeme Reisliği yaptı. Cemil 7 yaşındayken memuriyetten ayrıldı ve ailecek Reyhanlı’ya döndüler.
Eğitim hayatı resmi olarak 7 yaşında başlayacaksa da, Cemil, okumaya başladığında henüz 4 yaşındaydı. Okumak, onun için eğlenmekle eş değerdi. Kitaplarla konuşmayı çok seviyordu. Ancak okumaya başladığı ilk yıl ileri derecede miyop olduğu teşhis edildi. Cemil, 4 yaşındaydı ve 4 derece miyoptu.
8 yaşına kadar bulanık hayatında çocukluğunu yaşamaya, bir şeyleri ayırt ederek görmeye çalışıyordu. Ancak tek görebildiği yaşadıklarından sonra hayata küsmüş, susmayı tercih etmiş, sürekli kaşlarını çatan bir baba ve sürekli hasta, hayattan kendisini soyutlamış, her şeye mızmızlanan bir anne! Ve bu tanımların arasında çocukluğunu kendi dünyasında “İtilip kakılmış, düşman bir dünyada dostsuz büyümüş, yabancı!” olarak tanımlıyordu. Yani en azından akıllı cümleler kurmaya başladığında hissettiği ve yıllar sonra kelimelere döktüğünde söylediği tam olarak böyleydi.
Kendine doğru bir yol bulmalıydı. Çünkü Cemil, başka çocuklar gibi değildi ve çocuk dediğin, kendine benzemeyeni ötekileştirirdi. Arkadaşları da Cemil’i dışladı; Cemil çok dayak yedi, çok hakaret işitti. Aslında ona göre en kötüsü arkadaşlarının yaptığı değil, eve döndüğünde anlatacak kimse bulamayışıydı. Aslında belki konuşsa onu anlarlardı, ama o, susmayı tercih etti. O zaman doğrusu buymuş gibi geliyordu. Kendi ifadesiyle dili başkaydı ve gözlükleri vardı. Cemil, kendinden çok utanıyordu…
Cemil, pencerelerini dış dünyaya kapatmış ve düşman bir çevrede insanları sevemeyince kitaplara kaçmıştı. Bu onun duygusal zekasının güçlü olduğunu gösteriyordu belki; ancak edebiyat, kesinlikle Cemil’in özgür bir kararı olmayacaktı. Buna 4 yaşında karar vermiş bir ruhla Cemil, gözünde 4 derece gözlükleri, elinde kitaplarıyla bir köşede oturan küçük adamdı.
Yıllar sonra, “Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım” diyecekti. Bu dünya, kitaplara açılıyordu; bu, sonsuzluğun erken keşfiydi belki de…
Bir de trajedisini birkaç satırla şöyle özetleyecekti: “Sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşacak lakırdım yok. Yani, dilimle, zevklerimle, heyecanlarımla, yarımla ‘Büyük Doğu’ kadrosundanım. Düşüncelerimle, inançlarımla ‘Yön’e yakınım. Bu bir kopuş, bir parçalanış”.
Eğitim hayatı
Cemil 7 yaşındayken doğduğu yere geri dönmüşlerdi ve artık okul zamanıydı. Cemil, ilkokulu Reyhanlı Rüşdiyesi’nde bitirdi. Sonra yeniden Antakya’ya döndüler. Fransız idaresinde bulunan Antakya’nın Fransız eğitim sistemini uygulayan Antakya Sultanisi’nde okudu.
Okul ve kitaplar onun için çok değerliydi. Ancak belli ki gözleri bu duruma karşı isyan etmeye devam ediyordu. Antakya Sultanisi’ndeki eğitimi sırasında Cemil’in gözleri neredeyse 10 dereceye kadar yükselmişti. Ortaokul sıralarındaydı ve tahtada yazılanları dahi göremiyordu. Bir yandan bunu dile de getiremiyordu…
Bu sırada ilk yazısı “Geç Kalmış Bir Muhasebe” başlığını attığı yazısı Yenigün Gazetesi’nde yayımlandı. “Fırsat Yoksulu” takma adını kullanmıştı. Artık 12. Sınıfa geçmişti. Hocalarının bir yazısına yaptığı eleştiri sonrasında Cemil’in milliyetçi tutumu, onu, okulu terk etmek zorunda bırakmıştı; lise diplomasını alamadı.
1936’da, İstanbul’a giderek Pertevniyal Lisesi’ne kaydoldu. Öğretmenleri, İhsan Kongar, Keysa İdalı, Nurullah Ataç gibi değerli isimlerdi. Burada bir de Nazım Hikmet ve Kerim Sadi başta olmak üzere dönemin solcu aydınlarıyla da tanıştı.
Bir yandan da geçim sıkıntısı çekiyordu. Hatay’a dönmekten başka çaresi yoktu. Artık iş hayatı başlamalıydı…
İş hayatı
Cemil, döner dönmez Haymaseki köyüne ilkokul öğretmeni olarak çalışmak için gitti. Burada dokuz ay çalıştıktan sonra aynı yıl, 1937’de, İskenderun’a dönü ve Tercüme Bürosu’na Reis Muavini oldu. Ancak beklenmedik bir telefonla görevi son buldu. Cemil Meriç de artık kendini “sosyalist” olarak tanımlıyordu.
1938’deki görev yeri Batı Ayrancı Köyündeki ilkokuldu. Daha sonra Türk Hava Kurumu’nda sekreterlik, Belediye’de katiplik gibi geçici işler yaptı.
Hatay, Türkiye topraklarına yeni dahil edilmişti. Nisan 1939’da, Hatay Hükümeti’ni devirmek iddiasıyla tutuklandı; Cemil Meriç, komünizm propagandası yapıyordu. Çıktığı mahkemede Marksist olduğunu söyledi. Bu kelime, bir Türk Mahkemesinde ilk kez o gün telaffuz edilmişti. Antakya’da idam talebiyle yargılanan Cemil Meriç, üç buçuk ay sonra beraat etti.
Hala okumak istiyordu. Birkaç yıl ara vermek zorunda kalmıştı ancak bir yolunu bulur bulmaz da üniversiteye kaydolabilmek istiyordu. 1940’ta İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu’na burslu olarak kabul edildi. Ancak burada da aradığını bulamamıştı. Öyle çok kitap okuyordu ki, diğerlerinden fazlaca önce olduğu muhakkaktı. Amfide en arkaya oturuyor, dersi oradan dinliyordu. Bir dersten sonra hocası Sabri Esat Siyavuşgil, ona, derslere girmeye ihtiyacı olmadığını, okula gelmesi gerekmediğini söyledi.
Bir yandan da yazmaya ve yazdıklarını yayımlamaya devam ediyordu. 1941’den itibaren yazılarını, İnsan, Gün, Yücel Ayın Bibliyografyası dergilerinde yayımladı.
Cemil Meriç evlendi
Cemil, kime gönlünü açıp evlenmek istese reddedilen bir delikanlıydı. Bu konu artık içinde kabuk bağlamaz bir yaraya döndü.
Belki de vazgeçmişti. Tam bu sırada dostu Kerim Sadi’nin ısrarıyla öğretmen arkadaşı Fevziye Menteşoğlu ile tanıştı. Ona, “İçki içtim, fahişelerle düşüp kalktım, hapse girdim çıktım. Ne dersiniz? Benimle evlenir misiniz?” şeklinde bir evlenme teklifinde bulundu. Fevziye Hanım’ın cevabı kısa ve net oldu: “Cesaretimi takdir edersiniz”.
Evet, evlenmişlerdi. Az bir zaman sonra Cemil, 1942’de Elazığ Lisesi’ne Fransızca Öğretmeni olarak atandı.
1942’de, Elazığ Lisesi’ne Fransızca Öğretmeni olarak atandı Cemil. Burada bir süre görevini yerine getirdi. Ancak eşinin tayini Elazığ’a bir türlü çıkmıyordu. Daha da önemlisi eşi, iki kez hamile kalmış; ama bu doğum sağlıklı ilerleyememişti. Eşinin
İstanbul’da doğum yapabileceğinin anlaşılması üzerine Cemil, öğretmenlikten istifa etti ve İstanbul’a gittiler. 1 Nisan 1945’te oğulları Mahmut Ali dünyaya geldi. 16 Aralık 1946’da doğan kızlarına da Ümit adını verdiler.
İstanbul Üniversitesi’nde Fransızca Okutmanlık
Cemil, 1946’da İstanbul Üniversitesi’ne Fransızca Okutman olarak geri döndü. Bu görevi, 1974’te emekli olana kadar devam edecekti.
1947 yılı boyunca Yirminci Asır Dergisi’nde yazılarını yayımladı. 1948’de Victor Hugo’nun Hermani adlı piyesini manzum olarak tercüme etti. 1952 – 1954 yılları arasında da Işık Lisesi’nde Fransızca dersleri verdi.
Her koşulda okuyordu
Cemil, eğer işinde ya da evinde değilse bilirdiniz ki kütüphanedeydi. Kütüphanesi, onun hayatının en özel alanında bulunuyordu. Ancak elbette kütüphanesi dışında da bir özel hayatı vardı. Sadece kütüphanesi daha özeldi hepsi bu. Kütüphanesine girerken kirli giysilerinden sıyrılıo tertemiz giyinen Machiavelli’nin gözünden bakıyordu o da kütüphanesine; kutsaldı.
Cemil, daha çok kitaplarıyla olmayı tercih ediyordu. Gece ya da gündüz, onun için fark etmiyordu. Öyle ki, Cemil geceleri gözleri görmediğinden masanın üzerine bir sandalye koyar, ışığa mümkün olduğunca yaklaşır ve böyle okurdu. Bu şekilde yapmalıydı. Çünkü kordon alacak parası yoktu; tüm parasını çoktan kitaba vermişti. Gözleri de daha fazla dayanamayacaktı…
Cemil, aydın arkadaşlarıyla buluşur; Nisvaz ya da Elit pastanelerinde hoş sohbetli vakit geçirirdi. Salah Birsel, takdirini “Elit’e gelenlerin en bilgilisi, en kültürlüsüdür Cemil Meriç!” diye dile getiriyordu…
Görme yetisini tamamen yitirdi
1953’te, Cemil’in görme yetisi hissedilir derecede azalmıştı. 12,5 derece miyop ve kuvvetli hipermetrop onu çok zorluyordu.
1954 baharında geçirdiği bir kaza geçirdi Cemil. Aile dostları Ahmet Çipe’yi ziyaret ettikleri bir günün sonunda, merdivenlerden düştü. Eşine yönelttiği “Fevziye, hiçbir şey görmüyorum. Elektirikler mi kesik?” sorusundan sonra herkesin yüzünde acı gerçeğin yansıması vardı. Cemil Meriç, artık tamamen kördü.
Geçirdiği birkaç başarısız ameliyatın ardından Cemil, 1955’te tek başına Marsilya’ya giden bir vapura bindi. Oradan da umut ederek Paris’e gitti. 6 ay süren bir tedavinin ardından umutları tükendiğinde evine döndü. “Dante cehennemi anlayamamış dostum” diye tanımlıyordu yaşadığını…
Artık küçücük bir ışık huzmesi dahi yoktu ve Cemil, bir daha okuyup yazamayacağını düşünerek bunalıma girdi. Kitaplarını okşuyor, sayfalarını kokluyor ve sürekli hüngür hüngür ağlıyordu. Ama arkadaşları vardı ve bu kez çocukluğunda yaptığı gibi onlardan kaçmayacağını biliyordu. Çevresinde ona destek verenler sayesinde göremeyen bir insan olarak, okuma yazmayı yeniden öğrendi.
En üretken zamanları
Evet, Cemil Meriç artık göremiyordu ve bir daha da göremeyecekti. Ama aslında gördüğü çok daha fazla ve güzel şey vardı. Belki artık gökyüzünü, güneşi, bulutu göremeyecekti; ama görüyorum diyenden çok daha fazlasıyla her şeyi tanımlayabilirdi.
En üretken çağı başlamıştı Cemil Meriç’in. Sadece yanında insanlara ihtiyaç duyuyordu o kadar. Çevresindekilere Fransızca ve İngilizce metinleri okutuyor ve sözlü olarak yaptığı çevirileri de yardımcılarına yazdırıyordu.
1963’te, Edebiyat Fakültesi’nin Sosyoloji Bölümü’nde, emekliliğine kadar sürdüreceği, Sosyoloji ve Kültür Tarihi dersleri vermeye başladı. Yine 1963’te yirmi yıl boyunca aralıklarla yazmaya devam edeceği günlüklerinin ilkine, ilk cümlesini yazdı.
Bir dünya edebiyatı yazma düşüncesine dalmıştı. Yola da İran Edebiyatı ile başlamayı düşünse de yönünü değiştirdi ve 1964’te ilk telif kitabı “Hint Edebiyatı”nı yayımladı. 4 yıllık bir çalışmanın sonucu olan bu eser, Doğu medeniyetlerine karşı önyargıların yıkılmasını amaçlıyordu. “Bir Dünya’nın Eşiğinde” adıyla iki kez daha basıldı.
Daha sonra yüzünü Doğu’dan Batı’ya döndü. Batı düşüncesinin önemli bir yönünü aydınlatma amacıyla sosyalizmin temelini atan ve sosyolojinin kurucusu olan Saint Simon hakkında bir eser yazdı. Bir süre yayınevlerinin basmayı istemediği bu eseri, 1967’de Can Yayınları bastı.
1965-1973 yılları arasında çeşitli dergilerde yazıları ve çevirilerini yayımlayan Cemil Meriç, Hisar Dergisi’nde “Fildişi Kuleden” başlığı ile denemeler yazdı. 1974’te İstanbul Üniversitesi’ndeki görevinden emekli olan Cemil Meriç, birikimlerini kitaplaştırmaya karar verdi.
Yine 1974’te, Türkiye Milli Kültür Vakfı’ndan fikir dalında ödüle layık görüldü.
1976’da, “Bu Ülke” adını verdiği kitabını yayımladı. Cemil Meriç, kendisinin fikir, kültür ve edebiyat konularına dair aforizmalarından oluşan bu eserini, “Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için geldim” diye tanımlıyordu.
Yine 1976’da, medeniyet kavramını tartıştığı “Umran’dan Uygarlığa” adını verdiği eserini yayımladı.
1978-1984 yılları arasında çoğu Kubbealtı Cemiyeti’nde düzenlenen konferanslar vererek birikimlerini sözlü olarak da paylaştı. 1980’de kaleme aldığı, bir edebiyat ve düşünce tarihi niteliği taşıyan “Kırk Ambar” adını verdiği eseri ile “Türkiye Milli Kültür Vakfı Ödülü”nü aldı.
1981’de Ankara Yazarlar Birliği, Cemil Meriç’i, “Yılın Yazarı” seçti. Yine 1981’de, “Bir Facianın Hikayesi” adını verdiği yarı derleme yarı telif eserinde, yakın tarihin yeni muhasebesini yaptı.
Cemil Meriç’in acı kaybı
41 yıl boyunca Fevziye Hanım ile aynı yastığa baş koydu Cemil Meriç. Kendisine ömrünü adayan, onun her haline saygı duyan bir kadınla evli olduğu için çok şanslı olduğunu biliyordu.
Cemil Meriç, Antakya’ya ablasını ziyareti sırasında Lamia Hanım ile tanıştı. Antakya Lisesi’nde İngilizce Öğretmeniydi. Cemil Meriç’in hayatındaki yeri çok özeldi. Fevziye Hanım, bu özel durumu anladı ve saygı duydu…
Fevziye Hanım, 10 Mart 1983’te öldü. Cemil Meriç de tamamen içine kapandı…
Oğluyla Caddebostan’da vakit geçirdiği bir günün sonunda Cemil Meriç fenalaştı. Gelen titreme atağının ardından Haydarpaşa Hastanesi’ne yatırıldı ve doktorlar, felçli olduğu haberini verdi. Bir süre sonra da zatürre oldu ve ardından kalp krizi geçirdi. Prof. Dr. Aram Sukyasyan’ın uyguladığı tedavi sonucunda hayata döndü.
Tüm bu süreçte de Lamia Hanım, Cemil Meriç’in bakımını üstlendi. Hiçbir karşılık beklemedi ve onu hiç yalnız bırakmadı.
Cemil Meriç öldü
Meriç’in hastalığından sonra Feneryolu’nda bir daireye taşındılar. Felçli olduktan sonra bambaşka biri oldu Cemil Meriç. Sürekli yataktaydı. Yine de kötümser değildi. Hatta daha iyimser biri oldu. Ziyaretine gelen kimseyi geri çevirmiyordu; hasta haliyle bile her soruyu cevaplıyordu.
Ömrünün sonuna yaklaşırken Cemil Meriç, yemek yerken dahi yoruluyordu. Neredeyse sadece suyla besleniyordu. Doktorlar yeni bir tedavi uygulamaya başlamıştı ki, 1987’de, 12 Haziran’ı, 13 Haziran’a bağlayan gece 00.25’te 70 yıllık hayata veda etti.
Düşünceleri, eserleri ve kitaplara olan düşkünlüğüyle bir Cemil Meriç geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Daha Fazla Yorum Yükle
0 Yorum Yapılmış