Bugün Orhan Kemal’in aramızdan ayrılışının 50. yılı…
Hayat, ona yoksul yanından bakmış. O da bildiği yönden cümlelerini kurmuş. Sonunda da bilinen tanınan yazarlarımızdan Orhan Kemal çıkmış ortaya. Ölüm döşeğinde bile aklından geçen, ardında bir kuruş borç bırakmamak olmuş… Onun ekmek kavgası hep sürmüş…
Ruhu şad olsun…
Çocukluğu
Orhan, 15 Eylül 1914’te, Adana Ceyhan’da, Azime Hanım ve Abdülkadir Kemali Bey’in oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona, “Mehmet Raşit Öğütçü” adını verdi. Bir edebiyatçı olduktan sonra artık hep kullanacağı Orhan Kemal adıyla tanınacaktı…
Orhan doğduğu sırada, avukat olan babası Abdülkadir Kemali Bey, Çanakkale Cephesi’nde, Dardanos’ta Topçu Teğmeni olarak bulunuyordu. Rüştiye mezunu annesi Adanalı Azime Hanım ise, memleketinde 2 yıl kadar ilkokul öğretmenliği yapmıştı.
Orhan, I. Dünya Savaşı’nın içine doğmuştu. Oradan oraya taşınarak büyüdü. Çocukluğunun ilk yıllarının Adana’da geçmesinin ardından savaştan sonra Adana’nın Fransız işgaline uğraması ile Öğütçü ailesi önce Niğde’ye, sonra da Konya’ya taşındı. Konya’da bulundukları sırada 5 Mayıs 1920’de başlayan, Kuvay-ı Milliye Hareketi’ne karşı yükselen Delibaş İsyanına tanıklık ettiler. Abdülkadir Bey de Kuvay-ı Milliye güçlerine katılmıştı. Bu isyanın bastırılması üzerine Abdülkadir Bey, TBMM’ye Kastamonu Milletvekili olarak girdi. Böylece Ankara’ya taşındılar…
Abdülkadir Bey, 1923’te, TBMM’de Adalet Bakanlığı görevine seçildi. Ancak 3 gün sonra istifa etmek durumunda kalınca memleketin yolları göründü. Orhan da böylece doğduğu yere geri dönmüştü. Babası, Ceyhan’da çiftçilikle uğraşmaya başlamıştı. Bir yandan da gazetecilik işleri ile ilgileniyordu. 3 Eylül 1924’te, Adana’da yayımlanan yerel, günlük Toksöz Gazetesi’ni çıkardı. Ancak gazete uzun ömürlü olmadı. Şeyh Said İsyanı sırasında çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu’ndan sonra hükümet kararıyla 31 Aralık 1924’te, pek çok gazete ile birlikte kapatıldı. Bununla birlikte Abdülkadir Bey, neredeyse tüm İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmaya başladı. 11 aylık bir tutukluluk süreci geçirdi.
Abdülkadir Bey, 1930’a, Adana’da Ahali Cumhuriyet Fırkası’nı kurdu ve Ahali adını verdiği gazeteyi çıkardı. Orhan da şimdi 15’inde bir genç delikanlı olmuştu. Babası aktif siyasi yaşamına devam etse de, o henüz siyasetle ilgilenmiyordu. Abdülkadir Bey ise, gazetede hükümete karşı siyasi eleştirilerini sürdürüyordu. Yaklaşık 3 ay sonra Cumhuriyet Fırkası kapatıldı. Abdülkadir Bey kendisi ile ilgili aldığı başına bir şeyler gelebileceği konusundaki duyumlar üzerine Suriye’ye kaçtı.
Bir zaman sonra ailesinin de yanına taşınma zamanı gelmişti. Oysa Orhan tahmin edilenin aksine en keyifli, en rahat günlerini yaşıyordu. 1931’de, artık ailecek Beyrut’a yerleştiler. Orhan, bu günleri şöyle anlatacaktı:
“… Babasından ayrılan çocuklar babasız kalışlarına üzülürler… Ben tersine… Adeta evin içinde krallığımı ilan etmiştim… Güneş battıktan sonra eve futbol topumla döndüğüm zaman nerede kaldığımı, niçin geciktiğimi, dersleri bırakıp yine mi futbol oynadığımı soran olmuyordu…. Yaş 15-16 idi… Bütün merakım futboldu. Okula falan atmışım tekmeyi tam bir başıboşluk içindeyim. Fakat bu saltanat uzun sürmedi. Babam bizi yanına aldırdı.”
(Babası)
Beyrut günlüğü
Babasının ardından annesi ve kardeşiyle Beyrut’a yerleştiklerinde Orhan’ın okul hayatı da yarıda kalmıştı. Kendi isteğiyle öğrenimini bıraktı ve burada bulaşıkçılık, sonra matbaa işçiliği yaptı. Bu yeni yaşamını şöyle anlatacaktı:
“Beyrut’ta Fıstıklı tarafında oturuyorduk. Lübnan teb’ası olmadığımız için, babama avukatlık yaptırmıyorlardı. Babam da annemin bileziklerini bozdurdu. On altın lira sermayeyle Burç Meydanına çıkan aralıklardan birisinde, yüksek bir apartmanın altında, küçük bir lokanta açtı. Babam lokantaya pek uğramazdı. Yemekleri Süreyya adında bir Türk mültecisi pişirir, Niyazi’yle ben de lokantanın garsonluğuyla bulaşıkçılığını yapardık. On yedi yaşındaydım ve hayatımın bu tarzından çok memnundum.”
Ancak lokantada işler yürümemişti, kapattılar. Hayatın zorluklarını gerçekten hissederek yaşıyor, bir yandan da hayatı kendi süzgecinden geçirip tanımlıyordu. Onun yaşamında iyi de kötü de bir terazide öylece duruyordu. Tıpkı romanlarında da olacağı gibi…
Bulaşıkçılık ve garsonluğun ardından bir basımevinde işe başladı. Güç gerektiren bir işti bu. Ama yandaki çikolata fabrikasında kendisi gibi bir işçi olarak çalışan Eleni sayesine, her şey güzelleşiyordu. Eleni, onun ilk aşkı oldu. Eleni’den çok şey öğrendiğini düşünüyordu. Bunu şöyle anlatmıştı:
“Bir gün Eleni’ye ayağımdaki eski pantolondan utandığımı söyledim. ‘Sen ne utanıyorsun, zenginler utansın. Aldırma böyle şeylere, boş ver!’ dedi. Bendeki ilk sosyal uyanış galiba bu Rum kızı ile başladı.”
Ama aşkları uzun sürmedi; Eleni işten çıkarılınca Orhan da onu bir daha göremedi…
Beyrut’tan sonra
Orhan, Beyrut’ta sadece bir yıl kaldı. Eleni’den sonra daha fazla duramamış, ertesi yıl Türkiye’de babaannesinin yanına dönerek Adana’da çırçır fabrikalarında işçilik, kâtiplik yapmaya başlamıştı. Yaşamında değişen şeylerden biri de artık her şeyin daha farkında olarak, daha çok gözlem yaparak geçiriyordu günlerini. İşte bu yıllardaki birikimleri “Baba Evi – Avare Yıllar” romanında can bulacaktı.
Burada yine bir işçi kıza gönül vermişti. Onunla evlenmek istiyordu. Kız ondan okumasını isteyince Orhan, orta son sınıfta bıraktığı öğrenimini tamamlamak için İstanbul’a gitti. Burada halasının yanında kalıyordu. Ancak sevgilisinin başkalarıyla gezdiği haberini alınca yerinde duramadı, soluğu Adana’da aldı. Sevgilisinden ayrılmış, okulundan da olmuştu…
Okul eğitimi yarıda kalmıştı belki; ama tam da bu dönemde kitaplarla tanışmak Orhan’a ilaç gibi gelmişti. Adana’da, Giritli’nin Kahvesi’nde edinciği işçi arkadaşları sayesinde okumanın lezzetine varmış, kendine sorular sormaya, cevaplara ulaşmanın bilicine varmaya başlamıştı. Burada tanıştığı insanlar, romanlarına da kahraman olacaktı…
Orhan Kemal evlendi
Orhan şimdi yeniden Adana’da babaannesiyle birlikte yaşıyordu. Adana Milli Mensucat Fabrikası’nda da işe girmişti. Kâtiplikle başladığı görevden sonra ambar memurluğuna verildi. Okumaktan duyduğu keyiften sonra her şeyi daha iyi gözlemler olmuştu. Bu gözlemleri de eserlerinde bolca yer alacaktı. Boşnak güzeli Cemile de, kendisi gibi dürüst arkadaşı Murtaza da bu fabrikada çalışıyordu.
İşte göçmen kızı Nuriye Hanım da burada çalışıyordu. Bir işçi kız ile evlenmek kaderinde varmış ki, onunla 1937’de evlendiler. Bir yıl sonra da Yıldız adını verdikleri bir çocukları oldu.
Onun, en çok kendisi gibi zorlukların içinden gelmiş olması etkilemişti Orhan’ı. Nuriye’ye olan aşkını da, onun çocuk yaşta omzuna yüklenen yükleri de daha sonra “Baba Evi – Avare Yıllar”ın devamı niteliğindeki “Küçük Adamın Notları” üst başlığı ile yayımlanan, “Cemile” adını verdiği romanında yazacaktı…
(Nazım Hikmet ile)
Cezaevinde ilk hikâyeleri ve Nazım Hikmet
Evlendiklerinden bir yıl sonra hayatlarına katılan ilk çocukları Yıldız’ın doğumunun hemen ardından askere çağrılmıştı Orhan. 1938’de, askerlik görevini yerine getirmek için Niğde’ye gitti. Burada “Nazım Hikmet” ve “Maksim Gorki” okuyordu. Onların kitaplarını okumak ve yabancı rejimler lehinde propaganda yapmak ve isyana teşvik etmek suçundan 5 yıl hapis cezası aldı. Teskeresini almasına sadece 40 gün kalmıştı. Bir ihbar üzerine tutuklanmış ve mahkemeye sevk edilmişti…
Hapis günleri özellikle karısı Nuriye’yi hatırına düşürdükçe çok ağır geliyordu. Hapse ilk girdiği zamanlarda bir mektubunda şöyle demişti ona:
“Çok gençsin, zaten hiçbir şey veremedim sana, şimdi de beş yıllık mahkumiyet girdi araya. İstersen ayrıl benden, kendine yeni bir yol çiz, beklemekle geçirme en güzel yıllarını. Çünkü karıcığım, biliyorum ki buradan çıktıktan sonra hayatımız daha da zor ve yoksulluk içinde geçecek.”
Nuriye’nin ise cevabı vefalı ve netti: “Razıyım, başımıza ne gelmişse ve ne gelecekse…”
Orhan Kemal, ilk şiirlerini gönderildiği Kayseri Hapishanesinde yazdı. “Duvarlar” adını verdiği ilk şiiri 25 Nisan 1939’da, Reşat Kemal imzası ile Yedigün Dergisi’nde yayımlandı. Edebiyat dünyasına ilk adımını da böylece atmış oldu.
1939’da da Abdülkadir Bey, sürgünden dönmüştü. Orhan, babasının yardımlarıyla önce Adana Cezaevi’ne geldi. Abdülkadir Bey’in Bergama Ağır Ceza Reisliği’ne atanınca da oğlunun Adana’da yalnız kalmasını istemedi ve 1940’ta, Bursa Cezaevi’ne nakledildi. Burası Orhan’ın yaşamı için aslında bir şanstı. Hayat, her yaşananın içinde sana elbet bir pay veriyordu. 1940 Aralık’ta, Nazım Hikmet de Çankırı Cezaevi’nden, Bursa’ya nakledilmişti. Tanıştılar. Sadece bu kadar da değildi. Nazım’ın, “Biliyor musunuz, yalnızlığı hiç sevmem. İdareden izin alsak, ben de sizinle bu koğuşta kalsam” teklifi üzerine Orhan ve Nazım üç buçuk yıl sürecek oda arkadaşlığını da başlamış oldu.
Şimdi özellikle edebiyat konusunda hayatı şekillenecekti. Nazım ile geçen üç buçuk yıllık oda arkadaşlığı sırasında onun toplumcu görüşlerinden etkilenecekti. Orhan ilk iş, şiirlerini okudu Nazım’a. Nazım açık sözlü olmuş ve beğenmediğini dile getirmiş ve şöyle demişti: “Samimiyetle duymadığınız şeyleri niçin yazıyorsunuz? Duyduklarını, duyamayacağın bir tarzda yazıp komikleştirmekle kendinize iftira ettiğinizin farkında değil misiniz?”
Orhan, doğrusu bu eleştiriye pek alınmıştı. Oysa okumaya, yazmaya çok hevesliydi. Nazım şiirleri beğenmemişti; Orhan’ın bu ilgisi de gözünden kaçmamıştı. Onunla yakından ilgilenmeye karar verdi ve programlı olarak edebiyat, felsefe, Fransızca, toplumbilim, siyasetbilim üzerine çalışmaya başladılar. Orhan, hayatında ilk defa gerçekten öğrenci olmanın lezzetine varıyordu.
Orhan bir yandan düzyazı denemeleri de yapıyordu. Bir gün Nazım, onun çalışmaları arasında bir roman denemesi buldu ve bunun üzerine şu telkinde bulundu: “Bırak şiiri miiri birader; hikâye yaz, roman yaz sen!” Bu teşvikle Orhan, ilk düzyazı denemesi “On Sekiz Yaş” adını verdiği romanı yazdı. Elbette Nazım da yardımlarını esirgememişti. Bu romanı yayımlamadı. Ardından da öykü yazmaya yöneldi.
1940’ta, Yeni Edebiyat Dergisi’nde yayımladığı ilk öyküsüne “Balık” adını vermişti. İlk öykülerini Bacaksız Orhan takma adıyla yayımlamaya başlamıştı. Nazım, Orhan’ın “Güllü” ve “Asma Çubuğu” adlı iki öyküsünü, İkdam Gazetesi’nden arkadaşı Kemal Şülker’e gönderdi. İlk kez 1943’te, “Asma Çubuğu” öyküsü İkdam Gazetesi’nde yayımlandığında, Şülker, Orhan Kemal adını kullanmıştı.
Orhan, bundan böyle hayatın içinden basit, ama derinine ineceği konuları anlatmaya devam ederken, Orhan Kemal adıyla tanınmaya karar verecekti. Ve hep Gorki ile Panait Istrati öykülerinden etkilendi…
Hapisten sonra
Orhan Kemal, 26 Eylül 1943’te tahliye oldu. Adana’ya dönmüş, ne iş bulursa yapıyordu; Devlet Demir Yolları’nda hamallık, Karataş’ta toprak taşıma işinde amelelik, sebze nakliyeciliği… Nazım’a da bir mektubun ucunda şu şiiri iliştirmişti:
“Prometenin çığlıklarını
kabakıyım tütün gibi piposuna dolduran adam
Sen benim mavi gözlü arkadaşım, Kabil değil unutmam seni.
26 Eylül 1943
Seni yapayalnız bırakıp hapishanede
Bir üçüncü mevki kompartmanında pupa yelken koşacağım memlekete.”
1944’te bir de oğulları oldu. Ona da Nazım adını verdi Orhan. Bu sırada yaptığı işlerin arasında hikâyelerini de yazmaya devam ediyordu. Pek çok dergide de yayımlanıyordu. Hatta Kadım 1944’te dönemin belirleyici edebiyat dergisi Varlık’ta yayımlanan “Revir Meydancı Yusuf” adını verdiği hikâyesi ile “En Beğenilen Hikâyeci” seçildi. Böylece artık tanınır bir edebiyatçı olmuştu. Şimdi edebiyat çevresi de, okur da Orhan Kemal’i tanıyordu. Ama geçim derdi bitmemişti…
1948’de, “Duygu” adını verdiği ilk öykü kitabının ardından 1949’da iki kitabı birden yayımlandı; iİlk romanı “Baba Evi” ve hikâyesi “Ekmek Kavgası”. 18 öyküden oluşan Ekmek Kavgası, yaşamın içinde karşılaştığı, halkın içinden seçtiği gerçek insanların, gerçek ekmek kavgalarını anlatıyordu. Hemen hepsi insanca yaşamak isteyen ve çalışmaktan kaçmayan insanlardı.
Baba Evi, “Küçük Adamı Notları” üst başlığı ile başlattığı üçlemenin ilkiydi ve çocukluğundan, ilk gençlik yıllarından başlamıştı. Önsözde özellikle belirtme gereği duymuştu ki, yazdığı kişi kendisi değil, Adana’da, bir kahvede tanıdığı insanlardan biriydi. Ama değildi; kendisiydi. Sonraki yıl da ikinci romanı, yani üçlemenin ikincisi “Avare Yıllar” yayımlandı. Baba evinden ayrılıp başıboş geçen ve nihayetinde evlilikle sonuçlanan gençliğini anlatıyordu. Üçüncüsü ise, “Cemile” oldu. Burada da fabrika işçilerinin yaşamına değinmişti. Onların yaşamları, emekleri, aşkları, kavgaları… Bu konu ve anlatım, edebiyatımız için de bir ilkti…
Bu arada Orhan, hapse girmesi sebebiyle askerlik görevinde tamamlayamadığı 35 günlük hizmeti kalmıştı. 1945 yazında tekrar göreve çağırıldı ve kalan hizmetini tamamladı. Döndüğünde yine uzun süreli tutunamadığı işlere devam etti. Önce sebze nakliyatçılığı, ardından Verem Savaş Derneği’nde memurluk… Geçim sıkıntısı bitmek bilmiyordu.
(Oğlu Işık)
İstanbul’da yaşam
Artık geçim sıkıntısı giderek işin içinden çıkılmaz boyutlara dayanmıştı. 1949’da bir de Kemali adını verdikleri üçüncü çocukları doğunca, artık ailesiyle beraber İstanbul’ yolları göründü. 17 Nisan 1950’de göçtüler…
Bu göçün sebebini şöyle anlatmıştı:
“…Adeta itiliyordum İstanbul’a… Yazı işlerine baktığım, bu sayede kıt kanaat geçinmeye çalıştığım çeşitli derneklerdeki işlerime de şıp diye son verilmişti, iktidara yeni geçen Demokrat Partililer tarafından… Sebep politik miydi, yoksa benden açılacak yer ya da yerlere kendi partililerini mi kayıracaklardı bilmiyorum? Verem Savaş Derneği, Bağ ve Bahçeler derneği, bir de o zamanki adıyla Etibba Odasından aldığım paraların toplamı, vergiler çıktıktan sonra ya 160 ya da 180 liraydı… Bu paradan da olmuştum… Bir de beni bir türlü İstanbul’a salıvermek istemeyen babam ölmüştü…”
Ama İstanbul öyle hemen her sorunu çözüvermedi. Öyle zor günlerdi ki… Bugünleri de şöyle anlatmıştı:
“… 1953 kışı…
Vakit gece…
Nuriye’yle çocuklar her zamanki örtülerinin üzerine evde ne kadar battaniye, kilim varsa almış, birbirine sokularak uykuya geçmişlerdi. Ben uyanık, yalnız o gece değil, günler, haftalar gözüme uyku girmiyor… Ufacık, kutu gibi iç içe iki odada oturuyoruz. Aylık kira otuz mu, kırk mı ne? Bu parayı bile aybaşı gelince veremiyorum. Kimi zaman iki, üç ay borcum oluyor… Çocukların ayağında ayakkabıları yok. Palto falan lüks bizim için. Evin reisi kim, ben! Ama cepte dolmuş, otobüs, tramvay parası yok. Soba, odun kömür hak getire. Bu işlerin altından nasıl kalkacağım? Adana’dan İstanbul’a gelişime bin pişmandım; ama kalsaydım ne olacaktı… Beni işimden çıkartmışlardı. Göçmek zorundaydım.”
Yaşamın içinde eserleri
Orhan Kemal, bundan sonra yaşamını kitap, makale, film senaryoları yazarak kazanacak, ailesini öyle geçindirecekti. Büyük ses getiren eserlerinden biri “Murtaza”, ilk önce 1952’de, Vatan Gazetesi’nde tefrika edildi. Daha sonra kitap olarak da basıldı. Aslında Orhan, “Fabrika İnsanları” adını verdiği büyük bir roman tasarlamıştı. Ancak onu bir türlü yayımlama olanağı bulamamıştı. Yayınevlerinin önerileri üzerine bu romanı parçalara bölerek yayımlamıştı. Murtaza, işte bu parçalardan biriydi.
Büyük ses getiren romanın kahramanlarını şöyle tanıtıyordu Orhan Kemal:
“Murtaza, komik bir tip olmakla birlikte, örneğin, bir soytarı mıdır? Kendi kendimi hemen yanıtlamışımdır: Hayır! Peki, nedir Murtaza? Murtaza bence, elleri üzerinde yürümeyi olağan saymaya başlamış bir toplum, belki de bir dünyada, ayakları üzerinde yürüyen, bakışlarını da böyle yürümeye zorlayan, kendi kendine inanmış bir kişidir. İçinde yaşadığı toplumla her an zıtlaşan, bitmez tükenmez çelişmelere düşen bir adam için, toplum kalın bir çizgiyle kabaca ikiye ayrılmıştır: Varlıklılar, yoksullar…”
Yine 1952’de, Cemile romanını da yayımlamıştı Orhan Kemal. Bir edebiyatçı olarak ünü giderek yayılıyordu. Bu dönem, Orhan Kemal’in edebi anlamda en yoğun olduğu dönemdi. 1954’te, topraksız tarım işçilerinin dramını edebiyat dünyasına taşıdığı “Bereketli Topraklar Üzerinde”yi yayımladı ve aynı yıl, “72. Koğuş”u yazmaya başladı. Pek çok önemli eserlerini bu dönemde verdi: Hanımın Çiftliği, Bereketli Topraklar Üzerinde, Dünya Evi, Arka Sokak…
Eserlerinde hep yoksul insanlar vardı. Bu konuda oldukça dikkat çekiyordu. Bu konuda şöyle bir anıda vardı. Arka Sokak, işçileri ve onların kötü yaşamlarını konu aldığı gerekçesiyle kovuşturmaya uğramıştı. Yargıç, Orhan Kemal’e, konularını neden hep fakirlerden, işçilerden seçtiğini, Türkiye’de varlıklı insanların, daha iyi şartlarda yaşayan insanların da olup olmadığını sorunca, Orhan Kemal bu soruyu şöyle yanıtlamıştı:
“Ben gerçekçi bir yazarım. En iyi bildiğim konuları alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, nasıl yaşadıklarından haberim yok.”
Bu davadan beraat eden Orhan, evet, gerçekten de kendi yaşamını anlatıyordu…
1957’de, Işık adını verdiği, dördüncü ve son çocuğu dünyaya geldi. Oğlunun doğumunun ardından şu cümleleri yazmıştı Orhan:
“1957 Türkiyesi’nin pahalılığı ile alay eder gibi, dördüncü çocuk babası olarak yeni güne giriyorum, hayırlısı…”
1958’de, “Kardeş Payı” adını verdiği öykü kitabı ile Sait Faik Hikâye Armağanı’na layık görüldü. Hikâye ve romanları devam ederken, bu yıllarda bir de senaryo çalışmalarına başlamıştı. Lütfi Akad için üzerine çalıştığı “Gurbet Kuşları” filmi çekilmeyince, onu hemen romana çevirdi. Senaryoları genel hatlarıyla sansürden dönüyordu. Senaryolarını “İlhan F. Demir, Yıldız Okur” imzalarıyla kaleme aldı.
1964’te, “Devlet Kuşu” romanına dayanarak uyarlanan “İspinozlar” oyunu ile ilk kez tiyatroya adım attı. İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahnelenen bu oyun, iki buçuk ay sonra kaldırıldı. Bu arada Vukuat Var, Eskici ve Oğulları, Suçlu, Bereketli Topraklar Üzerinde gibi pek çok romanını oyunlaştırmak için de tekrar kaleme aldı… 1967’de ise, 72. Koğuş romanının oyunlaştırdı ve Anlara Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelendi. Bu oyun ile Ankara Sanatseverler Derneği tarafından “En İyi Oyun Yazarı” seçildi.
1965’te, “Nazım Hikmet’le 3,5 Yıl” adını verdiği anı kitabını yayımladı. Yine aynı yıl “Bir Filiz Vardı” adını verdiği romanı ile otobiyografik romana dönüş yaptı. Bu romanda 1960’ta tanışıp bir ilişki yaşadığı ve duyulması üzerine ayrılmak zorunda kaldığı son aşkını anlatıyordu.
1969’da, “Önce Ekmek” adlı kitabı ile Sait Faik Armağanı ve Türk Dil Kurumu Ödülü’nü kazandı.
Bir Filiz Vardı
1960’ta, Orhan 47, romana konu olan Filiz, asıl adı ile Ülkü henüz 17’sinde bir genç kızdı. Ülkü ile onun çalıştığı İhsan Özmanav’ın kitabevinde tanışmıştı. Bu tanışmadan sonra kitabevine daha sık gider olmuştu. Sabah, akşam, derken öğlenleri de…
Bu karşılaşmalar aralarında bir yakınlaşma başlatmıştı. Orhan Kemal, içinde bulunduğu durumu günlüğüne şöyle not etmişti:
“Onu seviyorum demeye utanıyorum. O kadar çocuk ki. Beni bu kıza bağlayan ne?”
Ne olmuşsa olmuş, nihayetinde aralarında gün yüzü ile görünür bir ilişki başlamış, hatta Orhan Kemali Beyoğlu Alyon Sokak’ta, Ülkü ile birlikte bir ev tutmuştu.
Nuriye Hanım durumu ilk öğrendiğinde çok sarsılsa da, bir yandan da sessizce kabullendi. Yıllar önce mektubunda dediği gibi gerçekten de ondan gelen her şeye razıydı demek ki… Tabii onun sessizliği durumun görünüşünü değiştirmiyordu. Bu dönemde özellikle yakın dostları Orhan Kemal’i çok ağır şekilde eleştirmeye başlamıştı. Sonunda ailesini düşürdüğü durum, bu eleştiriler ve geçim sıkıntısı derken, Orhan, Ülkü’den ayrıldı. 1963’te de Ülkü bir başkasıyla evlendi ve bu hikâye de böylece son buldu.
İlk romanlarından sonra otobiyografik anlatımlardan uzaklaşmış olan Orhan Kemal, yazmadan içindekileri atamayacağına karar vermiş olacak ki, 1965’te Bir Filiz Vardı romanını yayımladı…
Orhan Kemal öldü
Orhan Kemal, 1970’te Bulgar Yazarlar Birliği çağrısı üzerine Sofya’ya gitti. “’93’ten Bu Yana” adını verdiği ailesinin hikâyesini yazmak istiyordu ve bu çağrı özellikle babaannesinin soyunu araştırmak, gezip notlar almak için güzel bir denk geliş olmuştu. Ancak ömrü bu isteği gerçekleştirmeye vefa etmeyecekti…
Orhan Kemal, 1967 yazında eşiyle denizdeyken bir kalp krizi geçirmişti. Döndüklerinde Bab-ı Ali’ye gittikleri sırada orada bir kriz daha geçirdi. Arkadaşları, onu hemen hastaneye götürdüğünde, doktoru hastanede kalması konusunda ısrarcı olsa da, o, ancak ertesi sabah hastaneye yatabileceğini söyleyip eve gitmişti. Gitme gerekliliğini de şöyle açıklıyordu:
“… O gece, sırtüstü uzandığım yerden oğlum Kemali’ye, çıkmış, çıkacak kitaplarımın listesini yazdırdım. Borçlarımı, alacaklarımı not ettirdim. Hastaneye gitmek var, çıkmak olmayabilirdi.”
Tedavi işe yaramış, Orhan kendini toparlamıştı. 1970’te aldığı davet üzerine Orhan, geçirdiği bir kriz sonrasında Sofya Hükümet Hastanesi’ne yatırıldı. Durumu başta çok kötü görünmese de gün geçtikçe ağırlaşmaya başladı, kısa bir süre sonra da konuşamaz oldu. Bu esnada doktorlardan bir kağıt kalem istedi ve şunları yazdı:
“… Eşe dosta selam… İnandığım doğruların adamı oldum, böyle yaşadım, karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım, kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir…”
Bir de “İnsan dediğin cart diye ölmeli, altına oturak falan sürülmeden… Her şey birdenbire olmalı… Böyle ölmek isterim… Kimseye muhtaç olmadan” demişti. Öyle de oldu. Orhan Kemal, 2 Haziran 1970’te, 21.15’te hayata veda etti. 56 yaşındaydı…
Oğlu Işıl, 2000’de, babasının anısını yaşatmak için Akarsu Caddesi No: 30 Cihangir’de bulunan binanın birinci katında babasının kitapları ile eşi ve kendisine ait özel eşyaların sergilendiği Orhan Kemal Müzesi’ni açtı…
Hikâyelerindeki kahramanları yaşamın içinde fakirliği yaşayan gerçek insanlardan, fabrika işçilerinden seçen, hep geçim derdi ile savaşan, ardında eserlerini bırakıp giden bir Orhan Kemal geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Not:
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Daha Fazla Yorum Yükle
0 Yorum Yapılmış