Altına imza attığı uluslararası antlaşmalar gereği Türkiye, başlarına bomba yağdırılan, sürmekte olan bir savaştan kaçıp sınırlarına dayanan insanlara kapılarını kapatamazdı. Ancak kapıdan girenlere ne olanak sunacağı da büyük ölçüde kendi inisiyatifinde idi. Tabii aynı antlaşmalara imza atanlar da ellerini ceplerine atmak zorundaydılar. Öte yandan bu konuda yıllardır canla başla çalışan uluslararası yardım örgütleri de boş durmayacaktı.
Ben de her gazeteci gibi Suriyelilerin Türkiye’ye geliş koşullarını, o günlerdeki çabaları, uluslararası övgüleri, Birleşmiş Milletler (BM) Özel Temsilcisi Angelina Jolie’nin, BM Mülteciler Yüksek Komiseri Antonio Guterres'le birlikte Gaziantep’teki sığınmacı yerleşkelerini ziyaret edişlerini, yapılan övgüleri takip ettim.
Tabii o zaman pek çok kişi gibi ben de bu savaşın bir, bilemedin iki yıl içinde biteceğini, birkaç yüz bin kişinin geçici olarak Türkiye’ye sığınacağını, sonra herkesin evine döneceğini sanıyordum. Gerçi Halepçe Katliamı'ndan kaçanlar hala anılarımızda taze idi ama orada da bu rakam pek aşılmamıştı. ABD henüz “bitmeyen savaşlar” serisinin başındaydı. Bilmiyorduk 13 bin kilometreden savaşı istediği kadar manipüle edip sonsuz sürdürebileceğini. Biz bir gün barış istenir sanıyorduk.
Yalnız bir şeyi çok net hatırlıyorum, Türkiye daha birinci gün “Suriye içinde güvenli bir bölge oluşturalım, uçuşa yasak olsun, savaştan kaçanları buraya yerleştirelim biz de zaten elimizden ne gelirse orada da yaparız, ayrıca diğer yardım kuruluşları için de doğrudan ulaşılabilen güvenli bir bölge olur.” demiş ama dinletememişti. Yani bizim 2017’den 2020’ye kadar canımızı ortaya koyarak Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı harekâtları ile sağladığımız güvenli bölge, Birleşmiş Milletler ve ABD iş birliği ile daha ilk birkaç ay içerisinde oluşturulabilir böylece ne biz ne de bunca Suriyeli mağdur kalırdı. (Meğer ABD zaten orayı birileri için güvenli bölge haline getirmeyi planlıyormuş ama yazık ki savaştan kaçan Suriyeliler için değil)
2011 yılından beri devam eden kriz nedeniyle 13 milyon Suriyeli evlerini terk etti. 6 milyon Suriyeli, ülke içinde yer değiştirdi. Göç etmek zorunda kalan Suriyelilerin 5 milyondan fazlası ise komşu ülkelere gitti. En çok Suriyeliyi alan ülke Türkiye oldu. Suriyelilerin 3,4 milyonu Türkiye’ye, 1 milyonu Lübnan’a, 660 bini Ürdün’e, 250 bini Irak’a göç etti.
Rakamlardan da anlaşılacağı gibi ortada Türkiye açısından bir “siyasi hata” var. Nitekim o süreçte Başbakan olan Sayın Davutoğlu da daha 2013’te sayının 600 bini aşması üzerine “kırmızı çizginin aşıldığını” söylemek zorunda kaldı. Davutoğlu’nun kafasındaki kırmızı çizgi 100 bin civarında idi.
Şimdi, 13 yılın sonunda iç savaşın bitip bitmediği, bittiyse nasıl sonuçlandığı herkesin meçhulü. Görünen o ki ABD savaşın bitmesinden yana olmadığı gibi ne Esad’ı devirebiliyor ne de yerine birini getiriyor. ABD çözümsüzlükten memnun görünüyor.
Öyle ise 13 yılda 4 milyonlara varan sığınmacı ile uğraşmak zorunda kalan Türkiye ne yapmalı?
- Bunca sığınmacı sonsuza kadar burada kalamaz.
- Suriye’nin kuzeyinde, sınırlarımızda garnizon bir terör devleti kurulmasına izin verilemez.
Peki, binlerce sığınmacıyı arabalara doldurup Suriye’nin kuzeyine yıkıp gelelim mi?
Bu uluslararası antlaşmalara uygun mu?
Uymasa da yapsak olur mu?
Lojistik olarak mümkün mü?
Bunu yaptığımızda daha da istikrarsızlaşacak ve Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı harekâtları ile elde ettiğimiz kontrolü kaybedeceğimiz bölgede bir terör devleti kurulması zorlaşır mı, kolaylaşır mı?
10 yıldır katlandığımız zorlukların sonucunda “sığınmacıları tekme tokat kovan” ülke olmak istiyor muyuz?
Türkiye’nin ağır bir mülteci sorunu olduğu, bu sorunun belirli bir takvim çerçevesinde ve süratle çözülmesi gerektiği aşikâr.
Her türlü kesimden halkın, artık bu gereğinden fazla uzayan misafirlikten bıktığı bir gerçek. Bu konunun seçim sonuçlarını etkilediği de doğru. Ama bu bir seçim sorunu değil, insanlık sorunu.
“Sığınmacıları arabalara doldurup, Suriye’ye yıkıp gelmek” fikri elbette benim değil.
Ama şehir şehir gezdirilen bindirilmiş kıtaların istediği bu.
İşin ilginç yanı bu faillerin kendi sabıkaları bir yana, ülkeye uzun vadede verdikleri zarar, mültecilerin toplamının verebileceği zarardan fazla.
Türkiye imajını “mültecilere en fazla yardım eden ülke” den, “mültecilere pogrom uygulayan ülke” düzeyine düşürmeden, güneyimizde bir terör devleti kurulmasına çanak tutmadan bu sorunu nasıl çözer?
Ve en önemlisi ülke içerisinde bu konunun iktidarı yıpratmak için iyi bir polemik, gelecek için iyi bir seçim yatırımı olduğunu fark eden siyasi oportünistlerin olayları daha da alevlendirmelerini nasıl önler?
Tam da bu noktada Sayın Özgür Özel’in olaylar karşısında sağduyu çağırısını ve “Gün, Özel ile Erdoğan’ın kavga günü değil; Esad’la, Erdoğan’ın diyalog günüdür (…) Masa kurulacak sorun konuşulacak çözüm üretilecek. Aksi halde dün yaşadığımız olay ve sosyal patlamalar olur.” Sözlerini hatırlatmadan edemeyeceğim.
Ana muhalefette de makul çözüm taraftarları görmek umut verici.