Murat Bey ile Kalamış Parkı’nda buluştuk. Bir yandan köpeği Barz ile eğlendik, bir yandan Canım Ezgi, (Ezgi Bulut) çok güzel fotoğraflarımızı çekti. Kafede leziz tostlarımızla güzel bir kahvaltı bile yaptık. Köpeklerden, kedilerden açılan sohbetimize kitabın hikâyesi de eşlik etti. O, bizim tanıdığımız yönüyle çok iyi bir basketbol maçı anlatıcısı, evet; ama bunun yanında harika bir aile babası. Ve söylediği gibi, aynı zamanda sorumluluğunu bilen bir çocuk hala. Sorularıma çok samimi yanıtlar aldım. Şimdi sizinle paylaşma zamanı…
(Barz ile)
BENİM İÇİN YAŞAMIMDA EN ÖNEMLİ ŞEY AİLEDİR
- Bu hep ilk sorum Murat Bey. Kim olduğunuzu biliyoruz tabii; ama siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Kendi gözünden Murat Murathanoğlu kimdir?
Sanırım hiç büyümeyen; ama sorumluluğunu bilen bir çocuğum. İnatçı, saf, zeki; ama kolayca insanlara inanan ve bundan hep zarar gören bir çocuk… Çocukken, gençken babamın fazla siyah-beyaz olmasından, taviz vermeyen hep bize sorumluluk yükleyen birisi olmasından pek de mutlu olmayan; ama yaşlandıkça ne kadar haklı olduğunu gören bir çocuk. Ama onun öğrettiği ve asla unutmadığım 3 A’lar da var. Allah, Atatürk ve Aile!
- İnşaat Mühendisliğini okumuşken basketbol hayatınıza nasıl girdi?
Askerliğim için Türkiye’ye geldiğimde, hatta ilk gecemdi, yoğunluktan dolayı benim dönemin 4 ay ertelendiğini öğrendim. Chicago’da İnşaat Mühendisi olarak çalışıyordum. Dönüp 4 ay sonra mı gelsem, kalsam mı diye tartışırken, University of Illinois yıllarımdan yakın arkadaşım Bengü Benker bize “Hoş geldin” ziyaretine geldi. Benim spora ve özellikle de basketbola ne kadar düşkün olduğumu biliyordu, yeterli birikimim de olduğunu düşünüyordu ve beni Eczacıbaşı Spor Kulübüne 4 aylık bir basketbol görevi için başvurmaya ikna etti. Detayları merak edenler “Salondaki En Kötü Koltuk” otobiyografimin o sayfalarını okuyabilir.
- Basketbolu bunca zamanın üzerine yaşamınızda nerede konumlandırıyorsunuz?
Tabii ki önemli bir yeri var; ama herkesin sandığı kadar da önemli değil. Benim için yaşamımda en önemli şey ailedir. Bir ömrü paylaşacak, beraber yaşlanacak, birlikte çocuklarımızı büyütecek ve elimizden geldiğince onlara doğru ile yanlışı öğretecek, bir eş, bir sevgili, bir dost bulmuş olmam ve eşim Kıvanç’ın başını çektiği bu aile benim için hayatımın en önemli konumu.
TÜRK BASKETBOLU VE TÜRK BASKETBOL TELEVİZYONCULUĞU BİR GÜNDE BURALARA GELMEDİ
- Yazmak sizin hayatınızda ne anlam taşıyor?
Edebiyatı çok severim. Zaten hatırı sayılır bir kütüphanem de var. İnşaat mühendisi olmama rağmen, Illinois Üniversitesi’nde edebiyat dersleri de aldım. Hatta son yılımda çok zor bir derse kayıt olmuştum, hocayı tanıyanlar “Low Lady Grade” diye bir lakap da takmışlardı. Hep düşük not verdiği için. Notumu belirleyecek sömestre sonu ödevim takım oyunuyla ilgiliydi. Ama yazımda onun en çok kullanıldığı spor ile ilgili yazamazdım. Ben de müzik ile ilgili yazdım. Rolling Stones ve onların görev bölümü ve takım oyunuyla ilgiliydi. Not olarak A- verdiğinde şaşkına dönmüştüm. Sınıfta o kadar yüksek not alan bir ben vardım ve inşaat mühendisi olmak üzereydim.
- Şimdi otobiyografinizi yazdınız. Nasıl oldu?
Otobiyografimi sonunda yazdım. Ben hikâye anlatmayı severim. Birlikte çalıştıklarım ben eskileri anlattıkça, “Ya abi bunları bir kitapta biriktirsene!” diyorlardı. Sonunda Caner Eler bir gün, “Abi kitabevi falan, onları dert etme!” dedi, ben de yazmaya başladım. 3 yıl sürdü.
- İnsanın kendini yazması zor iş tabii. Bir yandan da Türkiye'deki spor spikerlerinin hayatları merak edilir; ama otobiyografi yazdıklarına pek rastlanmaz. Neden böyle bir kitap yazmak istediniz?
Otobiyografi tecrübem çok iyidir. Okuyucu olarak yani. Söylediğim kütüphanenin önemli bölümü biyografi veya otobiyografidir. Ama hepsi İngilizce. Bu nedenle ben okuduklarımdan esinlenerek öyle yazmaya çalıştım. Pek Türkçe otobiyografi okuduğumu söyleyemem. Bu açıdan kitap biraz alışılmışın dışında oldu galiba. Kitabı yazmaya başladığımda ana sebebim, Aydan Siyavuş, Yalçın Granit, Çetin Çeki, İsmet Badem, Faruk Bayhan, Erol Aksoy, Mehmet Baturalp, Arman Talay gibi isimlerin hem basketbol, hem spor televizyonculuğuna ve hayatıma yaptıkları katkıları geride bırakmaktı. Türk basketbolu ve Türk basketbol televizyonculuğu bir günde buralara gelmedi.
AMA GARİP BİR ÜLKEYİZ
- Salondaki En Kötü Koltuk, bir yandan da basketbolun perde arkası demek… Yazmaktan imtina ettiğiniz anlar var mı?
Yazmadığım veya yazamadığım şeyler var. Yazdıklarımı da epey bir süzgeçten geçirdim. Çok farklı alanlarda çok farklı görevlerde bulundum, çok değişik ve ilginç insanlarla çalıştım. Desteğini ve dostluğunu benden esirgemeyenlerde oldu, beni sırtımdan bıçaklayanlar da. Ben basketbola çok büyük emek verdim. Takım menajerliği, medyanın her alanı, Avrupa ve Dünya Şampiyonaları’nda Organizasyonun içinde yer almak. Baskent 34 bir efsane. Orada bazıları bile rahatsız oldu. Sonuçta oyuncu yetiştiriyorsun. Ama garip bir ülkeyiz.
- Peki ya sonradan aklınıza gelen, ah şundan da bahsetseydim dediğiniz bir anı oldu mu?
Kitabı okuduktan sonra belli dönemler benimle çalışmış olan çok kişi, şunu da yazsaydın, bunu niye yazmadın diye sordu. Bir kere kitabın çok uzun olmaması istendi. İkincisi her şeyi yazamazsın. Sohbet sırasında herkesi güldüren bir şey, o kişinin ailesine aynı şekilde komik gelmeyebilir. Bu nedenle epey süzgeçten geçirdim. Bir de hakikaten unuttuklarım var, onları duyunca hemen hatırladım. Kısmet olursa ikinci kitapta inşallah…
- Ya basketboldan soğuduğunuz anlar? Aranızın açıldığı isimlerden de bahsediyorsunuz kitapta?
Basketboldan değildi de, maç anlatımından soğuduğum bir gerçek. Yine özlüyorum, hatta bazen param olsa bir kafe açıp, orada gelenlere maç anlatsam ne olur diye düşünüyorum. Ama Euroleague Finalinde (CSKA Moskova – Fenerbahçe) hakem rezaletini görmemezlikten gelmemi temenni eden ve ben öyle yapmayınca hiçbir sınır tanımadan bu kişiler tarafından başlatılan “imha operasyonu” sonunda tabii ki soğudum. İnsanın 13 yaşındaki kızına tehditler gelince öyle oluyor insan. Aramın açıldığı kişiler doğal olarak var. Bu tür insanlar hep vardı. Ama köprülerin yakıldığı ve yıkıldığı ilişkiler o olay ve sonrasına kadar hiç olmamıştı. Şimdi onlardan da fazlasıyla var.
HALA BU İNSANLARIN NASIL UYUDUKLARINA ŞAŞIRIYORUM
- Salondaki en kötü koltuğun spiker koltuğu olduğunu söylüyorsunuz, bu durumda en iyi koltuk hangisi?
Şakayla karışık, tabii ki Obradovic-Gherardini döneminin ilk 5 yılında Barış Hersek’in koltuğu. Türk spor tarihinde daha önce hiç yaşanmamış ve bir daha kolay, kolay yaşanmayacak bir döneme bench’ten tanıklık etmek ve üstüne bir hatırı sayılır bir para kazanmak. Paha biçilmez…
- Peki siz, oturduğunuz koltuğun en kötü koltuk olduğunu ne zaman, nasıl fark ettiniz?
Bir anda olmuyor tabii. Yaşadıkça farkına varıyorsun. Ama demin bahsettiğim CSKA Moskova – Fenerbahçe Finalinden sonra, özellikle de başta bir kısım “spor adamı” olmak üzere, önce benim hedef gösterilmem, sonra bunun kontrol dışına çıkıp aileme kadar uzanması, ardından ailemin yaşadığı travma sonrası hiçbir şeyin ona değmeyeceğini anladım. Hala bu insanların nasıl uyuduklarına şaşırıyorum.
- Sizi kariyerinizde en coşturan, mutlu eden maç hangisiydi?
Sinan Erdem Salonu 2010 Dünya Şampiyonası Yarı-Final maçı. Yani Türkiye – Sırbistan maçı. Yani son saniyeleri ve Kerem Tunçeri’nin turnikesi, ardından süre eklenmesi ve Semih Erden’in bloğu.
- Ya en kötüsü? (Neden?)
Kara Perşembe, 3 Nisan 1997. 2 gün gecikmiş kötü bir 1 Nisan şakası gibiydi. Abdi İpekçi Spor Salonunda Final Four yolunda son maçta Efes, Fransız Asvel takımına elendi. Aynı gün Bursa’da deplasmanda Aris’i 11 sayıyla yenmiş Tofaş evinde Koraç Kupasını kaybetti. İsmet Abi’yle donup kalmıştık. Bir de tabii CSKA Euroleague Finali. FIBA’nın entrikalarından kurtulmak için kurulan Euroleague de hiçbir şeyin değişmediğini görmek de, neredeyse Fenerbahçe’nin hakkının yenilmesi, emeğinin çalınması kadar üzücüydü.
“ÖZÜR DİLERİM ANNE. YANILMIŞIM.”
- Yiğiter Uluğ’un Sunuş’u ile başlıyor kitap ve ilk cümlesi de “Özür dilerim.” İlk okuduğunuzda ne dediniz bu sunuş için?
Yiğiter Uluğ zaten Rahmetli İsmet Badem’den sonra birlikte en fazla maç anlattığım kişidir. Zaten olağanüstü bir kalemi var. İsmet Abi’nin olmadığı bir dünyada ondan başka kimse yazamazdı diye düşünmüştüm. Sonra da okuyunca zaten tüylerim diken, diken oldu.
- Altıncı bölümde, sevdiğiniz işten para kazanmaya başladığınız, yoğun geçen ilk zamanlar için “Beyaz Öfke” filminin ünlü son sahnesindeymiş gibi hissettiğinizi söylüyorsunuz: “Başardım anne! Bak, dünyanın zirvesindeyim!” Şimdi buradan bakınca o günler nasıl görünüyor?
“Özür dilerim anne. Yanılmışım.” Tıpkı Yiğiter’in açılış cümlesi gibi. Böyle bir dünyanın, yani şimdiki haliyle zirvesinde olabilirsin; ama orada kalabilmek için o kadar şeyden ödün vermen gerekiyor ki. Hiçbir şekilde değmez. Ben bu işte birikimim, tecrübem, çalışkanlığım ve bir de Allah vergisi ses tonumdan dolayı başarılı oldum.
- Hayalini kurduğunuz o hayatı yaşadınız mı?
Hayalim her zaman aile ile ilgiliydi. Asla işimle ilgili değil. Ailem ile birlikte olmaktan büyük keyif alıyorum. Köpeğimiz Barzo da dahil buna. Ama tabii ki maddi durumumuz böyle bir kariyerin karşılığında elde edilmiş olması gereken bir seviyede olsaydı da, keşke daha fazla ailemle vakit geçirebilsem diyorum.
BİR ROMAN YAZACAĞIM
- Kitapta yaşadıklarınızla ilgili kişilerin isimleri de geçiyor. Kitap yayınlandıktan sonra ismi geçen kişilerin tepkileri nasıldı?
Çok mutlu olduklarını söyleyenler de oldu, sitem edenler de, sessiz kalanlar da. Ama iki kişi eleştirdiğim noktalar için “Keşke o zaman bunları söyleseydin, belki ben de farklı olurdum” dedi. Bu hoşuma gitti.
- Peki genel anlamda tepkiler nasıl?
Genel tepki çok iyi. Şimdi sanırım 5.inci baskıya girecekler. Kitap çıkmadan önce kitabevinin mutlu olacağı satış rakamına şimdiden yaklaştık. Bu da çok sevindirici bir şey. Kitabı okuyan basketbolseverler çok olumlu geri dönüş yaptılar. “Fazla ara verme, ikinciyi de yaz.” diyenler çoğunlukta.
- Yazmaya bir şekilde devam edecek misiniz? Neler yapıyorsunuz? Yeni projeleriniz neler?
İkinci çıkacak mı? Yazacak mıyım? Şimdiden kesin bir şey söylemek için erken. Ama bir roman yazacağım. Hayatımdan esinlenerek, ama Baskent 34 kulübünün hikayesini baz alarak, vardır ya Hollywood da “based on a true story” diye; işte onun gibi bir şey yazmak istiyorum. Çünkü salonsuz, parasız da olsa hayallerin gerçekleşebileceğini gösteren, bir mahalle takımının, Avrupa’da Kupa kazanmış bir kulübün, alt yapıya en büyük önem veren bir kulübün takımını yenerek şampiyon olabileceğini kanıtlayan tam bir Hollywood’luk hikâye o. En kötü ihtimal ABD’de olsa ESPN 30 For 30 belgeseli yapılırdı…
: Teşekkür ederim.
Murat Murathanoğlu: Teşekkür ederim.
Salondaki En Kötü Koltuk
Murat Murathanoğlu
Mundi Kitap
S.: 288
Kitabı satın almak için tıklayınız: D&R
*
Instagram: biyografivekitap
Daha Fazla Yorum Yükle
0 Yorum Yapılmış