Nihan Kaya, İyi Aile Yoktur diyerek pek çok insana ulaşmış, onların da kendini huzursuz hissetmesine sebep olmuştu. Bu huzursuzluk ardından İyi Toplum Yoktur’u getirdi. Yine öylesine sarsıcı ki! Bu kez röportaj yapma fırsatını bulduk. Hepimiz kendimizi öylesine yalnız hissettiğimiz anlar yaşıyoruz ki, çoğu zaman toplumsal baskı ile de suçlu! Nihan Kaya ile kız çocuklarının da erkek çocuklarının da ruhlarındaki yaralardan açılan bu huzursuzluk üzerine konuştuk…
KENDİMİ DİLSİZ VE İFADE KONUSUNDA ÇARESİZ HİSSETTİĞİM İÇİN YAZIYORUM
- Sizinle de klasik sorumla başlamak istiyorum: Nihan Kaya kimdir?
Kendimi hep yazdıklarımla tanımladım. Nitekim beni okuyanların benimle reelde vakit geçirenlerden çok daha iyi tanıdığına kuvvetle inanıyorum. Yürüdüklerim, konuştuklarım değilim; ama en çok, yazdıklarımım. Derdimi gündelik iletişim biçimleriyle ifade edebilseydim yazmaya da gerek duymayacaktım çünkü. Kendimi dilsiz ve ifade konusunda çaresiz hissettiğim için yazıyorum. Sanat direkt bir ifade biçiminin imkansızlığından doğuyor.
- İyi Aile Yoktur’dan sonra şimdi de İyi Toplum Yoktur diyorsunuz. Bu ikiliyi yazma fikri nasıl doğdu? Ne zaman karar verdiniz?
Çocuk ve çocukluk, yazdıklarımın içinde her zaman vardı. Sonra bunları sözlü olarak da anlatma, daha çok insana anlatma ihtiyacını kuvvetle duydum ve Ayrıntı Akademi’de “İyi Aile Yoktur” başlıklı bir atölye düzenlemeye başladım her yaşta insan için. 15-16 yaşında gençler geldiğinde seviniyordum en çok. Aile ve toplum etrafındaki ezberlerimizin ne büyük zararlar verdiğini ulaşabildiğim herkese gücüm yettiğince anlatmaya başladığımda bu alandaki ihtiyacın büyüklüğünü de bütün dehşetiyle görmek zorunda kaldım. Bir şeyler yapmak zorundaydım.
- Ve yazmaya karar verdiniz?
Yolda gördüğüm insanları birer birer durdurup onlara bir şeyler anlatamazdım -evet, bunu yapmak geliyordu içimden hep, hâlâ geliyor- ama derdimi bir kitapta özetleyerek daha çok insana ulaşabilirdim belki. Bir kitap, herkese açık bir mektuptur, okunma çağrısıdır. İyi Aile Yoktur ve İyi Toplum Yoktur, aynı zamanda birer yardım çığlığı. Okuyan çok kişi o çığlığı duydu, ne demek istediğimi anladı.
MECBUR HİSSETMEDİĞİM SÜRECE YAZMIYORUM
- Aslında konu açılmışken yazarlık serüveninizin nasıl başladığına da değinelim mi?
Altı yaşındayken, yazar olmak istediğim çok netti. Bu hep net kaldı. İlkokulu bitirdiğimde birkaç yüz piyes ve otuz kadar öykü yazmıştım. Ortaokul ve lisede de toplamda birkaç romanla çok sayıda öykü yazdım. 24 yaşında ilk kitabımı yayımladım. Nitekim 19 yaşından beri dergilerde yazıyordum.
- Harika! Peki nasıl bir rutinde yazarsınız?
Aslında rutinim yazmaktan çok okumakla ilgili. Hızlı, prensipli bir okurumdur, okumak olmazsa olmazım ama okumaya nazaran hayli nadiren ve düzensiz şekilde yazıyorum. Yazılacak şey yazmam için fazlasıyla diretmiyorsa yazmam. Mecbur hissetmediğim sürece yazmıyorum.
- Kimleri okumayı seviyorsunuz daha çok? Hangi türleri?
Avrupa’dan takip ettiğim kurmaca yazarları var. Amerikan öykülerini severim ama sözgelimi Güney Amerika edebiyatına pek ısınamadım. Psikoloji ve felsefe okumaları ise zaten işimin bir parçası. Bunlar dışında zevk için, misafir gibi okuduğum şeyler de var.
BİR ARAŞTIRMA SÜRECİ OLMADI ASLINDA
- Birinci bölüme “İyi Tören Yoktur” adını vermişsiniz. Bunları fark etmeye ne zaman başladınız? Araştırma süreci nasıldı?
Törenlerde bir sorun olduğu düşüncem on bir – on iki yaşlarındayken netti benim için. Kitapta sünnet, nikah, düğün törenlerine dair söylediklerimi o zaman da söylüyordum. Bir araştırma süreci olmadı aslında; yıllar içinde okuduklarımda kendiliğinden karşıma çıkan şeyleri paylaşıyorum kitapta. Değişik alanlarda okuduklarım, tabii ki bu düşüncelerime yön verdi, yorumlarımı biçimlendirdi. Hem romanlardan, filmlerden hem antropolojiden, felsefeden içerik olarak da dağınık örnekler vermem bundan.
- “Damızlık Kızın Öyküsü” kitabına çokça değinmişsiniz. “Kurtlara Koşan Kadınlar” da öyle… Bu kitapları ilk okuduğunuzdaki hissiyatınız neydi?
Okuduğunuz her şeyi öncesinde okuduğunuz kitaplarla okuyorsunuz. Kurtlarla Koşan Kadınlar’ı yıllarca Jung okumuş, anlatmış, yaratıcılık üzerine çalışmış biri olarak okuduğum için önemli oldu kitap benim için. Mesela Yazma Cesareti’nde anlattığım yaratıcılığı Kurtlarla Koşan Kadınlar’dan örneklerle daha açık hale getirebiliyorum.
- Ya Damızlık Kızın Öyküsü?
Margaret Atwood ise çok güçlü bulduğum bir edebiyatçı değildir; diziyi yahut romanın özündeki fikri daha çok önemsedim romanın kendisine göre. Dizinin bu kadar tutmasını, hepimizin zaten içinde ve ayrıca içimizde yaşadığımız bir realiteyi anlatmasına bağlıyorum. Dizideki hikaye, çok kişinin aklına önceden gelmiştir zannediyorum. Kadın olarak toplumla ilişkimizin sembolik hikayesi bu aslında. Hikaye hepimize çok tanıdık geldiği için onu ekranda görmek bizi diziye çekiyor.
KİTABIMI OKUDUKTAN SONRA HAYATA DAİR DAHA ÇOK SORUN BULMANIZI ÜMİT EDERİM
- Peki şimdi sizin yazdıklarınızı okuduğumuzda sizce hissiyatımız ne olacak?
Sarsılmıyorsak hiçbir şey de olmuyordur hayatımızda, değişmiyor, gelişmiyoruzdur, aynı kalıyoruzdur. Bugün hayli sadık bir okurum “Kitaplarınız hayatımı zorlaştırıyor aslında, düşüncelerimle düzeni daha fazla karşı karşıya getiriyor. Daha önce var olmayan çatışmalar buluyorum karşımda” yazmış, Kafka’nın dediği gibi, “Okuduğumuz kitap içimize atılmış bir balta gibi olmalı” diye de eklemiş. Bu okurumun dediği gibi, kitabım okuyanın hayatını zorlaştırsın, konforunu bozsun, yaslandığı korkuluğun gerçek olmadığını ona göstersin isterim.
- Huzursuz olmak gerekiyor aslında, evet!
Zeminimiz parçalanacak ki onu yeniden inşa edebilelim. Kim ne hisseder bilemem; ama kitabı okuduktan sonra kitabı okumadan öncesiyle aynı kişiyseniz kitabım size bir şey verememiş demektir. Kendi adıma, kitabımı okuduktan sonra hayata dair daha çok sorun bulmanızı ümit ederim.
- Masalların hayatımıza benzer yönlerine de değinmişsiniz. Sinderella, Pamuk Prenses, Çirkin Ördek Yavrusu… Masallara bir başka gözle bakabileceğinizi nasıl fark ettiniz peki?
Bu da yıllar içinde kendiliğinden oluyor. Hegel okurken birdenbire duruyor ve şöyle soruyorsunuz kendinize: “Sinderella’nın 10-11 yaşına gelince karşısında kendisinden iş bekleyen bir üvey anne bulmasıyla, bir kız çocuğunun annesinin ondan iş bekleyen birine dönüşmesi arasında ne fark var? Her ikisi de ilk çocukluktaki anneyi, çocuğu iş yapmadan da sevebilen anneyi özlüyor”. Öz anne, çocuğunu her şart altında sevebilen, her haliyle onaylayan annedir. Öz anne, kızını yaptığı işe göre değerlendirmez. Şarta bağlı sevme gerçek sevme olmadığı için, Sinderella çok iş yaptığı halde üvey annesi tarafından sevildiğini hissedemiyor. Nitekim çok iş yapmasının nedeni de sevilme isteği ve ihtiyacı. Ama o boşluğu dolduramıyor. Prens de dolduramayacak. Hegel de Lacan da bunu anlatıyor aslında. Prensler o boşluğu dolduramadığı için Pamuk Prenses kötü kalpli cadıya dönüşüyor. Pamuk Prenses’le kötü kalpli cadının yahut prensesin üvey annesinin aynı kişi olduğu kanaatindeyim. Öz anneyle üvey annenin aynı kişi olduğu gibi.
- Şöyle bir başlık var: “Masallardaki Üvey Anne, Öz Annenin Diğer Yüzüdür”. Bu konudan biraz bahsedelim mi?
Anne arketipi zıt kutuplu “melek anne” ve “witch” dediğimiz “kötü cadı” arketipinden oluşur. “Melek anne” arketipi hepimizin malumudur; ama annenin kötü cadı tarafını “melek anne”nin sonucu yahut bir parçası olarak düşünmekle bizi kritik bir dönemece sokan bir hata yaparız. Annenin her ne yaparsa çocuğun iyiliği için yaptığı doğru değildir. Anne Tanrı değildir; hatalarla, zaaflarla malul insandır; üstelik kız çocuk olarak yaşadığı bütün kırıklıklar kendi çocuğu karşısında ayna gibi karşısına dikilir. En olumlu yanımızı da çocuğumuza gösteririz; ama en olumsuz yanımızı da gösterdiğimiz kişinin kendi çocuğumuz olduğunu kimse kolay kolay fark edemez. Toplumun çocuğa karşı hep anneye arka çıkması, kötü bir toplum yaratır.
- Nasıl yani?
Bugün dünyayı Cehennem’e çeviren şey, annenin Cennet’le ilişkilendirilmesi. Oysa koşulsuz seven ve affeden, anne değil, çocuk. Anne karşısında her zaman melek olan kişi çocuktur; kendimiz kötü olduğumuz için o kötülüğü çocukta görüyoruz.
ANNELİK ANCAK EVLATLIKLA ÇÖZÜLEBİLECEK BİR ŞEY
- Annelerimiz bizi aslında yaraladığını bir yerlerde fark ediyor mu sizce? (Yani belki de aslında fark ediyor, ama kendini de susmaya mahkum ediyor. İtiraf edip bir şeyleri değiştirmeye cesaret bulamıyor…)
Annemizin bizi nasıl yaraladığını fark etmesi için önce kendisinin kendi annesi tarafından nasıl yaralandığını fark etmesi şart. O döngü ancak bu şekilde kırılabiliyor. O nedenle her anne, yazdıklarımı anne değil de evlat olarak okumalı önce. Bu çok önemli! Yazdıklarıma öfkelenen kim varsa, evlat değil anne olarak öfkeleniyor. Oysa annelik ancak evlatlıkla çözülebilecek bir şey.
- Sizce biz gerçek cinsel kimliğimizi bulabiliyor muyuz?
Bu soruyu “Sizce biz kendimizi bulabiliyor muyuz?” olarak okudum. Bu ikisi aynı şey aslında. Sonu olmayan bir süreç ikisi de. Belki güzel yanları da bu. Hayatımızı aramamızın hayatımızın kendisi olması gibi. Bulduysak ölmüşüzdür ruhen.
- Anne olunca kadının kadın olduğu gerçeği neden görmezden geliniyor?
Kadını günahsız, arzusuz, melek, Bakire Meryem ve kadınsal istekleri olan bir varlık olarak ikiye ayırmak kitlenin işine geliyor çünkü. Halbuki kitapta açıkladığım gibi, annelik kadın cinselliğinin en açık ifadesi. Annelik ve cinsel istek, beyinde de reelde de iç içe. Cinsellik ve ebeveynliğin birbirine rakip gibi algılanması yanlış. Bu ikisini ayırmak, yanlış bir algı inşa ederek kitleleri yönetmeye yarıyor, bireyleri sakatlıyor. Bir erkek eğlenemediği kadınla neden evlensin? Yahut annemi arzusuz bir kadın olarak görürsem kendim çocuk olarak nasıl bir cinsel kimlik ve dolayısıyla nasıl bir kimlik inşa edebilirim?
KIZ ÇOCUKLARIYLA BİRLİKTE ERKEK ÇOCUKLARININ RUHUNU DA SAKATLIYORUZ
- Kitabınızın ikinci bölümüne, “Başkaları İçin Yaşamak” adını vermişsiniz. Toplumumuzda annelerimizden duyarız, “Sizin için saçımı süpürge ettim” diye anlatır çoğu zaman. Sizce kadın anne olduktan sonra sadece çocukları için yaşayarak mı veriyor en büyük zararı onlara?
Bence güzel bir özet bu, evet. Kendimiz birey olamazsak çocuklarımızın da birey olmasına izin veremeyiz.
- Kitapta her fırsatta biz nasıl istersek evliliğimizin öyle olacağını vurguluyorsunuz. Ama gerçekten de kapımızı kapatınca bitmiyor iş. İyileşmeye nereden başlamalı?
Ben kapımı kapatınca gerçekten de bitiyor. Eşiniz de siz de dik durmalısınız; ama dışarıya karşı değil, kendi içinizde önce. Tüm merkez içinizde ve oradan inşa olmalı. Nitekim ben kendi içimde dik değilsem eşimle birlikte nasıl dik durabilirim? Olmaz.
- Neden dünya kız çocukları üzerinden dönüyor?
Kız çocuklarının ruhunu sakatlamayı kesince dünya da kendiliğinden düzelecek. Hem kadınlar hem erkekler açısından. Kız çocuklarıyla birlikte erkek çocuklarının ruhunu da sakatlıyoruz; bu ikisini birbirinden ayrı düşünemeyiz.
İŞTE BUNU FARK EDEBİLMEK, O KADAR ÖNEMLİ BİR ADIM Kİ
- Kitapta söylediklerinizde, önerilerinizde öyle haklısınız ki! Ama insan bırakın toplumu, bunları kendi ailesine bile öyle kolay anlatamaz. Biz tüm bunları hayatımıza nasıl adapte edeceğiz?
Önemli olan bunları kendimize anlatmamız. Anne-babamızla duygusal göbek bağımızı da kesersek, yani fiziksel olarak doğduğumuz gibi sembolik olarak da doğarsak o zaman onları ikna etme ihtiyacımız da ortadan kalkacaktır zaten kendiliğinden. O zaman kim ne düşünürse düşünsün bu bizi rahatsız etmez. Kendimiz olmamıza engel kimse yok aslında; öyle engeller olduğu hususunda bize yalan söylendi. Aslında asıl o zaman, anne-babamızı bizi rahatsız eden düşünceleriyle de kabul edeceğiz. Yaşanan tek dünya kendi içimizde yaşadığımız dünya. Dış’ta olan her şey iç’te!
- Estes’in nehri temizleme metotlarından bahsediyorsunuz. Bu nehir temizleme işi bireysel gibi görünse de aslında yardıma da ihtiyacımız var. Bu nehir nasıl temizlenir? Siz tıkandığınızda ne yapıyorsunuz?
Çok farklı biçimlerde tıkanma yaşıyorum. Tıkanmalarımın farkında olduğum için sorunlarımın kökeninin de bu denli farkındayım ve aynı nedenle başkalarına da yardımcı olmak istiyorum. Yazdıklarım, o tıkanmaların sonucu. Diliyorum ki bana oldukları gibi bir başkasına da açılma olsunlar. Herkesin kendi açılmasına yardımcı olsunlar.
- Kadın erkek eşitsizliği evveliyatı yüzyıllar öncesine dayanan bir mevzu. Biz bu işin içinden nasıl çıkacağız?
Kendi hayatımızda hep kanıksadığımız, normal addettiğimiz bir şeyin aslında oraya nasıl, neden gelip yerleştiğini ve bize nasıl, ne şekilde hükmettiğini fark ettiğimiz anda başlayacak her şey. Sonrası bize kalmış.
- En çok son bölüm, “Ölmemiş Çocuklardan Bir Dünya” etkiledi beni. (Hatta ağladım.) Şans eseri hayatta kalan ve yaşama savaşı veren çocuklarız gerçekten değil mi? Ve çok da yaralıyız…
İşte bunu fark edebilmek, o kadar önemli bir adım ki…
: Teşekkür ederim.
Nihan Kaya: Teşekkür ederim.
İyi Toplum Yoktur
Nihan Kaya
İthaki Yay.
S.: 168
Kitabı satın almak için tıklayınız: idefix
*
Instagram: biyografivekitap
Daha Fazla Yorum Yükle
0 Yorum Yapılmış