Bu öyle kolay bir şey değil

Türkiye’de medya…

Son dönemde bu kelimenin yanına hangi sıfatı eklerseniz ekleyin, mutlaka bir burukluk kalıyor geride.

İktidar medyası eleştiriliyor, muhalefet medyası da farklı değil.

Ama dikkat çekmek istediğim şu:
Her iki taraf da artık “çok parçalı.”

Muhalefet cephesine bakın…

Birbirinden bağımsız ekranlar, farklı farklı editoryal duruşlar.

Aynı haber, üç farklı şekilde.

Ama bu tablo iktidar tarafı için de çok farklı değil.
Orada da farklı yayın organları, gazeteler, kanallar ve gazeteciler var.

Ancak burada bir parantez açmak gerekiyor.
Çünkü o fotoğrafın içinde Turkuvaz Medya öyle bir yerde duruyor ki...

Ne yandan bakarsanız bakın, tek bir duruş sergiliyor;
“ Erdoğan’ın yanındayız.”

Evet; Turkuvaz Medya, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yanında öyle bir pozisyon almış ki…

Gerekirse sonunu dahi düşünmeden bu duruşu sürdürüyor.

17-25 Aralık’ta olduğu gibi,

15 Temmuz’da olduğu gibi,

Sınır ötesi operasyonlarda olduğu gibi,

Suriyeli göçmenler konusunda olduğu gibi,

Gazze meselesinde olduğu gibi

Depremde ve yangınlarda olduğu gibi…

Ve bu bir yayın politikası değil sadece, bir aidiyet meselesi.

Bu, öyle her grubun cesaret edebileceği bir şey değil.

Yani ara ara “Erdoğan sonrası”nın planlarının yapıldığı, puslu hava senaryoları kurulduğu bir dönemde…

Turkuvaz Medya net:
“Bizim pusulamız Erdoğan.”

Eleştirilebilir mi?

Elbette.

Yanlış ve tartışmalı içerikleri olabilir.

Kusursuzluk Allah’a mahsus çünkü.

Ancak kendi pencerelerinden 99 doğru yapıp, sadece tek yanlışı görmekte vicdan kapısına sığmaz.

Bunu bir linç vesilesi haline getirmek?

Topyekûn bir medya grubunu hedefe koymak?

Orası işte karışık…

Bazen kurumların varlığının önemini çabuk unutabiliyoruz.

Bu kurum, geçmişte FETÖ’nün ilk açık verildiği günlerde de tavrını net koymuştu.
Orada durduğu yerin arkasında kimse yokken, onlar vardı.

Yalnızdılar, evet.

Ama nettiler.

Şimdi sosyal medyada o eski defterlerin unutulduğu bir hava gözüküyor.

Bir programı üzerinden tüm medya grubunu hedefe koyuyorlar.

Yapmayın.
Bu kadar kolay birbirimizi harcadığımız bir süreci tetiklemeyelim.

İçeriden içeriye yapılan her hamle, aslında dışarıdaki bir yapının ekmeğine yağ sürüyor.

Ben bu yazıyı yazarken şu rahatlıkla kaleme alıyorum;
Turkuvaz Medya grubunda bir televizyon programım yok.

Olmayacak da muhtemelen…

Gazetelerinde yazmıyorum.

Yöneticilerinin çoğuyla hayatımda hiç karşılaşmadım.

En fazla, bir-iki uçak seferinde denk gelip, uzaktan selamlaştım o kadar.

Ama şunu biliyorum:
Bu dönemde ihtiyaç olan şey, kavga değil.

Bütünlük.

Birlik.

Eleştirelim.

Ama dövmeyelim.

Farklı düşünelim.

Ama düşmanlaştırmayalım.

Çünkü…

İçinden geçilen şu “puslu” dönemde,
en net duruşu gösterenlerin kıymetini iyi anlamamız gereken zamanlardayız.

''Mert kahvesini içti ülke karıştı''

Mert Vidinli kahve içti.

Ama öyle bildiğiniz kahve değil…

Baazılarının sinir uçlarını hoplatan türden bir kahve.

Espressolab kahvesi!

Bundan sonra ne mi oldu?

Kıyamet.

Instagram’a “Kahvemizi içtik” diye story atmasaydı, muhtemelen hâlâ ünlü dostlarının hikâyelerinde boy gösteriyor olacaktı.

Ama o kahveyi içti.

Sonrası: Linç.

Takipten çıkmalar.

Ağır laflar.

"Pes!"ler,

"Namert!"ler,

“Yuh artık!”lar…

Arkadaşlar bir sakin olun!

Ne oluyoruz ya hu?

Herkes sizin gibi davranmak, yaşamak, size uymak zorunda mı?

Şunu artık anlayalım; İsteyen istediği yere gider, isteyen gitmez.

İsteyen istediğini boykot eder, isteyen etmez. İşte bu kadar basit.

Ama bizde işler öyle yürümüyor.

Birisi bir marka boykot eder, Herkesin de etmesini bekler.

Etmeyeni “hain” ilan eder.

Çaya batırıp sosyal medyada yer bitirir.

Yok böyle bir şey arkadaşlar!

Geçelim bu faşist tutumu!

Şimdi dönelim Mert’e...

Gitti kahvesini içti.

Yirmi yıllık arkadaşlarını ziyaret etti.

Üstelik sonra açıklama da yaptı: “Politik bir tercih değil, dostluk jesti.”

Ama nafile.

Ne yapsa olmadı.

Kendisine tepki gösterenler arasında kimler var?

İrem Derici mesela.

“Pes” deyip takibi bırakmış.

Kubilay Aka…

“Namert” demiş, unfollow.

Dilan Polat gibi hissedilen günlerde, bu “takipten çıkma dramı” çok daha önemli tabii...

Peki buradan ne anlıyoruz?

Bir: Artık arkadaşlığın şartı: Aynı markaları boykot edeceksin.

İki: Kahve tercihi, siyasi manifesto yerine geçiyor.

Üç: Bu ülkede dostluk, kahve fincanında boğuluyor.

Bakın... Farklı fikirlere sahip insanlar arkadaş olabilir.

Masa başında tartışabilir, kahve içebilir, şakalaşabilir.

Birbirinin düğününe de gider, cenazesine de.

Olması gereken bu.

Ama biz ne yapıyoruz?

Kahve tercihi üzerinden insan dışlıyoruz.

“Benden değilsen düşmansın” diyoruz.

Oysa mesele bu değil.

Mesele şu: Bu ülke özgür bir ülke mi?

Evet. O zaman isteyen istediği kahveyi içer.

İsteyen boykot eder. İsteyen etmeyebilir.

Yani…

Siyasi refleks, gönüllülükle olur. Zorbalıkla değil.

Ayrıca…

Bu “takipten çıkma” furyası nedir Allah aşkına?

Büyüyün artık.

Çocuk musunuz?

Tartış, konuş, anlat, ikna etmeye çalış.

Ama küsmek?

Linç etmek?

Unfollow atıp sırt dönmek?

Bu...

Cemiyet değil, sanki ilkokul bahçesi.

Son bir not: Ben Mert Vidinli’yi savunmuyorum. Ama bu ülkede herkesin istediği mekâna gitme, istediği kahveyi içme hakkı var. Siz boykot ediyorsunuz diye herkes etmek zorunda değil.

Kusura bakmayın ama: Bu kadar darlamayın.

Ülkeyi espresso köpüğünde boğmayın…

Başa dön