MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, DEM Parti’yi dahi gafil avlayan bir Yeni Yüzyıl hamlesiyle “Teröristbaşı gelsin, DEM grubunda terörün tamamen bittiğini, örgütü lağvettiğini ilan etsin” deyince 11 yıldır dondurucuda bekleyen çözüm sürecinin ocağını harlamış oldu.
Devlet beyin üzerinde inceden inceye düşünülmüş hamlelerine 2002 yılındaki erken seçim çıkışından aşinayız. Hiç gündemde yokken koalisyon ortakları Bülent Ecevit ve Mesut Yılmaz’ı dut ağacı gibi sallayan bu cesurca çıkışla, AK Parti’yi Tek Parti dönemi hariç Cumhuriyet tarihinin en uzun ömürlü iktidarına taşıyan ve dahi etkisi günümüze kadar devam eden bir sürecin düğmesine basmıştı.
Devlet Bahçeli, son çıkışıyla paradigma değiştirici aktör olarak Türk siyasetindeki kilit rolünü pekiştirmiş oldu.
Sayın Bahçeli’nin sözlerini dinlerken, 2013 yılında üyesi bulunduğum Akil İnsanlar Heyeti’nde yaşadıklarımız aklıma geldi. 61 günü boyunca yaşadıklarımı müstakil bir kitap olarak yazacağım, ama hazır bahis açılmışken tadımlık da olsa bir sayfasını anlatmak istiyorum.
Sakarya’da bir otelde toplanmışız. CHP dışında bütün partiler ve belli başlı sivil toplum kuruluşları salonu doldurmuş. Masalar yan yana dizilmek suretiyle büyücek bir dikdörtgen meydana getirilmiş. Çevresi iğne atsanız yere düşmeyecek vaziyette. Kamu Güvenliği görevlileri içeride 300 kişi mevcut olduğunu bilgisini veriyor.
Marmara Grubu üyelerimiz salonda hazır. Deniz Ülke Arıboğan, Hülya Koçyiğit, Prof. Levent Korkut, rahmetli Yücel Sayman ilk aklıma gelen Akil İnsanlar Heyeti üyelerinden. Bu arada başkanlık vazifesi fakirin omuzlarında.
Sessiz ama gergin bir hava esiyor salonda. Emniyetten biri kulağıma ‘Şu köşeye dikkat’ diye fısıldıyor; başkası geliyor, ‘Şuradaki grup falancalar, olay çıkarabilirler’ diyor. Zaten gerginim, bu fısıldamalar zihin kontrolümü kaybettirebilir. ‘Bir daha kulağıma bir şey söylemeyin, kendi usulümce yöneteceğim, Allah kerim’ diye kestirip atıyorum.
Salonda tanıdığım bir Allah’ın kulu yok. Dolayısıyla hepsi gözümde eşit. İki prensip koydum açılış konuşmamda: Biz kısa açıklamalar hariç kendilerine bir fikir dayatacak değildik, onları dinlemeye gelmiştik. Devlet bizi halkın nabzını tutma ve kim ne istiyorsa konuşmasına imkân tanımak üzre göndermişti. Herkes konuşacak, kimse konuştuğundan sorumlu tutulmayacaktı, yani alabildiğine özgürdük. Ama dedim, muhatabınız heyet olarak biziz, bize istediğinizi söyleyebilirsiniz. Üzerimize katiyen alınmayacağız. Tek şart, birbirinizle atışmamak. Sadece başka bir katılımcıya laf atarsanız sözünüz kesilecek. Amaç: Herkes konuşarak çözüm sürecine katkıda bulunsun.
Prensipleri böylece tespit ettikten sonra salonun bana göre sol tarafından başlamak suretiyle el kaldıranlara sırayla söz verdim. İlk söz alan da hatırladığım kadarıyla Atatürkçü Düşünce Derneği üyesi bir hanımdı. Ardından HDPliler konuştu, bazı milliyetçi dernek yöneticileri söz aldı, liberaller de vardı, iş adamları ve din görevlileri derneği temsilcileri de. “Son PKK'lı temizlenmeden bu iş hallolmaz” diyen de oldu, “Öcalan hapisten çıkarılmadan bu sorun çözülmez” diyen de.
Sakarya gibi hassas bir şehirde bir masanın etrafında bu hararetli konuşmalar cereyan ederken sıra orta kesime, ardından yine bana göre sağ tarafa geldi.
Başta benim dikkatimi çekiyordu: Orada bir grup her söz fasılasında toplu halde ayağa kalkıp ısrarla söz istiyordu. Onlardan el kaldıran birine mikrofonu ulaştırdım. Bize hakaretler yağdırdı. Heyet olarak kuklaymışız, ülkeyi bölüyormuşuz, ‘Tayyip’in (öyle diyordu) oyuncağıymışız, karşılık olarak devletten 40 bin lira para alıyormuşuz vs. Para işinin aslı astarı yoktu tabii; bu işte gönüllüydük, hatta ben devlet para verse de almayacağımı bir tv programında beyan etmiştim.
Aynı genç, bir ara Peygamber Efendimiz’den (sav) bir hadis okuyunca defterime kaydettim. Bunlar milliyetçi-mukaddesatçı olmalıydı. Sözü bitirince yanındaki lacivert takımlı zat mikrofonu aldı. Kendini tanıttı. O tarihte muhalif olan bir partinin Sakarya İl Başkanı imiş (isim vermiyorum, merak eden bulur). Pür hiddet ve şiddet konuşmaya başladı. Suçlamalar, hakaretler gırla gidiyordu. Süreci yerin dibine batırdı, ne satılmışlığımız kaldı, ne ülkeyi PKK’ya peşkeş çekmediğimiz. Bölücüymüşüz, Türkiye’yi parçalayacakmışız vs.
Bu bayat lafları o kadar çok duymuştuk ki artık kanıksamıştık. Dolayısıyla üzerimize alınmadık. Lakin bir ara hızını alamayıp az önce konuşan ve insanları Halil İbrahim sofrası etrafında topladığımız iltifatında bulunan bir din görevlisine hakarete başladı. “Senin arkanda namaz kılana yazıklar olsun” filan.
Kuralımız ihlal edilmişti. Araya girmek zorundaydım. Dedim ki:
Bakın, bize ağzınıza geleni söylediniz, hatta hakaret ettiniz, sesimizi çıkarmadık. Ama başkalarına sardırmanıza izin veremem. Aksi halde bu toplantıyı yönetemem. Heyetimizde babanız, anneniz yaşındaki insanlar, hanımefendiler var, onlara da demediğinizi bırakmadınız. Devlet vazifesi deyip sineye çektik. Müslümansınız (“elhamdülillah” dedi) ve az önce yanınızdaki arkadaş Peygamber Efendimizden bahsetti. Onun ümmetindensiniz (yine “elhamdülillah” sesleri). Güzel. Size bir şey söyleyeceğim: Kur’an-ı Kerim’de Abese suresi var. Nüzul sebebi şu: Teyzesinin oğlu kör olan İbn Ümmü Mektum bir seferinde Peygamber Efendimizin bulunduğu mekâna girer ve sözünü keserek kiminle konuştuğuna aldırmadan ona sorular yöneltir. O sırada Mekke’nin ileri gelenlerine tebliğle meşgul bulunan Efendimiz (sav) sohbeti kesip kendisine cevap verir, ardından misafirlerine döner. Bu hadise birkaç defa tekerrür eder. Sonunda İbn Ümmü Mektum’un yine bir soru sorması üzerine Efendimiz ona yüzünü biraz ekşiterek bakar. İşte Abese suresi bu bakış üzerine inmiştir. Surenin başı şöyle:
“Kendisine o âmâ geldi diye Peygamber yüzünü ekşitti ve öteye döndü. (Ey Muhammed!) Ne bilirsin, belki de o arınacak yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek. Kendini muhtaç hissetmeyene gelince; Sen, ona yöneliyorsun. (İstemiyorsa) onun arınmamasından sana ne! Allah'a karşı derin bir saygıyla korku içinde koşarak sana geleni bırakıp ona aldırmıyorsun. Hayır, böyle yapma.”
Bütün Kur’an-ı Kerim’de Peygamber Efendimiz’e (sav) yönelik en ağır ikaz budur. Peki ne için ikaz edilmiştir? Yüzünü ekşittiği için. Kime? Gözleri görmeyen bir akrabasına. Kaldı ki onun yüzünü ekşittiğini görme şansı dahi yoktu. Görmeyecek bile olsa senin bunu yapmaya hakkın yok deniliyor Efendimize. Siz ise onun ümmetinden olduğunuzu söylüyorsunuz ama anneniz, babanız yaşındaki insanlara yahut bir din görevlisine sırf düşüncesi size ters geldi diye bunca hakaret edebiliyorsunuz…”
Daha konuşmamı bitirmeden il başkanı ve ekibinin salondan ayrıldıklarını gördüm. Şimdi o parti yeni sürecin yanında, hatta içinde.
Sakarya’daki o salonda bulunduğumuz uzun saatler boyunca başka kimsenin sözü kesilmedi. Yaklaşık 40 kişi söz alıp içini döktü. Her şeyin konuşulabildiğini, konuştukça rahatladıklarını gördüler. Toplantı bitiminde gelip sarılanlar “Sayenizde Sakarya’da ilk defa bu kadar farklı kesimi bir araya toplayan ve özgürce konuşturan bir toplantı yapılabildi ve sandalyeler havada uçmadan sona erdi” diyerek beni tebrik ediyorlardı.
O iki ayda Türkiye çapında çalışan 60 küsur Akil İnsan’ın gayretiyle çözüm sürecine inananların oranı yüzde 65’lere çıkmıştı ki görevimizin sona ereceği 31 Mayıs günü Gezi olayları patlak verdi ve alınacak semere de maalesef berhava olup gitti.
Bugün de aynı şeyi söylüyorum: Türkiye’nin bölgesinde barış ve refah adası olmasının önündeki engellerden en inatçısının PKK ve terör olduğu gerçeğiyle yüzleşmemiz lazım. 11 yıl önce mümkün olmadı ama “devlet” elini yeniden uzattı. Umarım bu defaki açılım aynı akıbete duçar olmaz.
Büyük Türkiye’ye ulaşabilmek için Devlet Bahçeli’nin zehir içmeye denk bu çıkışının yanında olmak gerektiğine inanıyorum. Çünkü konuşan 2013’teki gibi “devlet”ti.