Geçtiğimiz hafta Abdullah Öcalan’ın DEM grubuna gelip konuşmasını ve hatta umut hakkı kapsamında tahliye ihtimalini bile konuşurken bu sabaha 3 DEM belediyesine kayyum ile uyandık.
Kayyum atananlardan biri de geçen hafta Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz ile beraber Urfa’da kan davası olan iki aileyi barıştıran Ahmet Türk.
Türk Devlet yetkilileri ile Ahmet Türk gibi DEM Partililer, birlikte aynı fotoğrafa poz vermişlerdi daha birkaç gün önce.
Son 1 yıldır her konu açıldığında “Kürt meselesini sadece Recep Tayyip Erdoğan çözebilir. Bu sorunu çözerse Erdoğan çözer, başka hiç kimse de bu problemi çözemez” diyen Ahmet Türk’ten bahsediyoruz.
Peki geçen hafta Abdullah Öcalan’ın serbest kalması dahi konuşulurken şimdi bu kayyumlar çelişki mi? TUSAŞ saldırısı ve buna karşılık olarak kayyumlar.
Bugün içinde yaşadığımız siyasal rejimin ve mevcut Devlet olgusunun ne olduğunu anlayanlar için asla bu mütekabiliyetler şaşırtıcı değil. Fakat bu rejimi doğru şekilde tanımlayabilen Türk aydını sayısı çok çok az olduğu için ciddi bir entelektüel tıkanıklık yaşıyoruz.
Modern Türkiye tarihinde ilk kez bu derece aydınsız, entelektüelsiz bir dönem yaşanıyor. Bazı cümleleri artık çok net yazmak gerekiyor.
Türkiye’nin bir rekabetçi otoriter rejim (electoral authoritarianism) olduğu yalanını söyleyen her Türk akademisyeni ve yazarı, aslında bu kayyum kararlarının paydaşıdır.
Aynı şekilde “Erken seçim gelecek, bu devir bitecek” yalanlarıyla seçmenlerini kandırıp Türkiye’yi sanki Brezilya gibi seçimsel demokrasi gibi gösteren her siyasetçi, her gazeteci de sabah verilen kayyum kararına imza atmış demektir. Türkiye’de fiili durum artık budur.
Pazartesi sabahına kayyumlar ile uyandığımız gibi yarın sabah Selahattin Demirtaş’ın tahliye edildiğini ya da Ankara’da bir ev hapishanesine nakledildiğini de duyabiliriz. Bir sonraki gün birkaç belediyeye daha kayyum atanabilir ve öbür gün de İmralı’ya helikopterin gittiğini ve Abdullah Öcalan’ı Ankara’da bir eve naklettiğini de öğrenebiliriz.
Geçen hafta da yazdığım gibi şu an mutlak bir totaliter diktatörlük yetkisine ve gücüne sahip, hiçbir konuda önünde engel bulunmayan, sınırsız otoritesi olan bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti var.
Bir muhalif aydın ya da muhalif siyasetçi olma iddiasındaki herkes önce bu hakikati tespit edecek ve hitap ettiği kitleye de bu gerçeği dürüstçe anlatacak. Aksi takdirde o sözüm ona “muhalif” kişi, mevcut rejimin iş birlikçisinden başka bir şey değildir.
Türk tarihinde hiçbir zaman böyle limitsiz bir Devlet olmadı.
Limit yok, sınır yok, hudut yok şu an Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde.
Erdoğan ve Bahçeli anlaştıktan ve uzlaştıktan sonra yapamayacakları hiçbir icraat yok Türkiye’de.
İsterse 80’de gidebilecek isterse 400’e basabilecek bir motor gücü gibi mevcut Devlet ve Rejim.
Erdoğan ve Bahçeli simbiyotik siyasal rejimi isterse her belediyeye kayyum atar, isterse Selahattin Demirtaş’ı hemen serbest bırakır, isterse Abdullah Öcalan’a Bahçeli’nin ifade ettiği yolu açar, Öcalan Ankara’ya gelir, DEM grubunun başına geçer.
Şu an mesele şu: Devletin hangi tavrı almasını istiyoruz? Yumuşak mı, sert mi? Tahammülsüz mü, hoşgörülü mü?
Mevcut koşullar altında yumuşak ve hoşgörülü bir Devlet anlayışı istiyorsak ne yapılmalı? Şu an mesele bu.
Devlet’i kimin yöneteceği anlamında Türkiye şu an seçimsel bir demokrasi değil, rekabetçi otoriter rejim de değil. Türkiye tam anlamıyla bir hegemonik rejim olmakla birlikte sözüm ona “muhalif”lerini bile sanki yarışmacı, rekabetçi bir siyasal sistem olduğuna inandırmak yönünden de hakikaten çok başarılı bir rejim. Siyaset ve medya hayatında mükemmel bir tiyatro oynanıyor. O yüzden Ali Bayramoğlu, Türkiye için “Mükemmel otoriter rejim” diyor.
Mevcut siyasal rejimi anlamadan ve ne olduğunu bilmeden, bunu çırılçıplak ortaya koymadan “Ben muhalifim” demek ancak sizi rejimin elemanı yapar.
Bugünkü Türkiye ortamında “Kayyumlara karşıyım” diyerek kendini rahatlatmak ve vicdan kuaförlüğü yapmak da “Katliamlar da ne kötü be birader” diyen İsmet Özel mısrası gibi ancak ironi olabilir.
Kayyumlara karşı olup da ne yapıyorsunuz?
İnsana bunu sorarlar.
Sevgili okurlarım, lütfen İsmet Özel’in “Dişlerimiz arasındaki ceset” şiirini okuyunuz, bu yaşadıklarımızdan hareketle size anlamlı gelecektir.
Zaten içinde yaşadığımız bu sistemi anlayamadıkları için “Ben muhalifim” diyenlerin yüzde 95’inin kaderi mevcut rejimin mecburi hizmetlisi olmaktan başka işe yaramıyor.
Nasıl bir ülkede ve devlet düzeninde yaşadıklarını hala bilmedikleri ve anlamadıkları için çok samimi arzu etseler bile bu rejimin muhalifi olamıyorlar.
Bugünkü Türkiye’yi anlamak ve kavramak çok zor, onu da kabul ediyorum.
Evet… Yeniden tekrarlıyorum ki Erdoğan ve Bahçeli, Selçuklu mimarisinden müteşekkil o evde birlikte anlaşarak ve uzlaşarak karar verdikten sonra yapılamayacak hiçbir şey yok, atılamayacak hiçbir adım yok.
Alacakları karar için toplumun çoğunluğunun rızasını imal etmek de hiç zor değil.
Toplumun rızasına dayalı bir simbiyotik hegemonik siyasal rejim var Türkiye’de.
Tam teknik tabirle: Erdoğan ve Bahçeli mutualist simbiyozu yaşanıyor.
Tüm bunlara rağmen Kasım ayı içinde şu an yaşanan kayyumların tam aksi yönünde devrimci ve putkırıcı gelişmeler olursa da şaşırmamak gerekir.
Devlet Bahçeli’nin tarihi 22 Ekim konuşması kadar ikonoklast ve gamechanger hadiselere tanık olabiliriz yine de.
Tüm gelişmelere rağmen hem Abdullah Öcalan hem de Selahattin Demirtaş, kendilerine uzanan Devlet’in elini sımsıkı tutmalı ve hiç bırakmamalı.
Bu kayyum kararları alındığı gibi yarın da iptal edilebilir. Erdoğan ve Bahçeli ikilisinin yetkileri, ne Atatürk de ne de Sultan Hamid de vardı. Bu realiteyi hiç unutmadan düşünmek gerekiyor.
Bugünkü mutlak otorite sahibi Devlet’in cesaret ve kudret sorunu yok. Yapılamayacak hiçbir şey yok.
Hem Abdullah Öcalan, İmralı Adası’ndan bir ev hapishanesine…
Hem Selahattin Demirtaş, Edirne’den bir ev hapishanesine…
2025 senesi içinde bu nakil süreçleri istenirse yaşanabilir.
Kimilerinin dediği gibi Selahattin Demirtaş bu süreçten asla dışlanmıyor, ben bizzat en yüksek Devlet yetkilileri ile konuşmalarımdan bunu biliyorum, çünkü Demirtaş’ın bu sefer çok iyi niyetli ve çok zekice davrandığı düşünülüyor Devlet nezdinde.
Nelson Mandela’nın Robben Adası’ndan önce Pollsmoor’a ve sonra Victor Verster Konutu’na geçiş sürecinin bir benzerini, 8.5 milyon yurttaşımızın en çok sevdiği adam Öcalan ve ikinci en çok sevdiği adam Demirtaş da yaşayabilir. Bu hala mümkün.
Ben 18 Ekim günü Abdullah Öcalan’ın Mandela tarzı ev hapsine çıkması gerektiğini söylediğimde hiç kimse 22 Ekim’de Devlet Bahçeli’nin bu devrimci ve putkırıcı tarihi çağrıyı yapacağını beklemiyordu ama ben şaşırmadım çünkü ana hatlarıyla biliyordum
Ayrıca Türkiye toplumu olarak, Cumhuriyetimizin 101. yılı vesilesiyle kader mahkumları için Genel Af seçeneğini de tartışmaya açmalıyız.
Çerçevesi belirlenmiş bir genel af, bu ülkeyi rahatlatacak ve normalleştirecek bir karar olur.
Koşullar oluşursa Devlet küt diye bu af kararını da alabilir.
Gelinen reel durumu doğru tanımlayarak bu hegemonik rejim koşulları altında neler yapılabilir? Somut mesele bu şu an Türkiye’de.
Ama Türkiye’yi Brezilya siyasal rejimi gibi görerek, 2028 seçimlerini de 2022 Brezilya seçimleri gibi gösterme yalanını sürdürerek “Lula’nın geldiği gibi Ekrem Başkan da 50.6 alıp Başkan olur” yalanlarıyla umut ticareti yaparak sadece mevcut siyasal sistemin hizmetkarlığını yapmış olursunuz.
Güç ve kudret toplumun yüzde 85’ini bir şekilde kuşatan dört siyasal ideoloji arasında hegemonik otoriter şekilde paylaştırılmış durumda şu an Türkiye’de. Milliyetçilik-Muhafazakarlık-Atatürkçülük-İslamcılık.
Özetle Etyen Mahçupyan’ın çok isabetli teşhisiyle bir Neo-İttihatçı amalgam rejim var ülkemizde.
Bunun da mücessem hali Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli simbiyotik siyasal sistemidir.
Geçen hafta mutlak güç sahibi siyasi ikili Erdoğan ve Bahçeli, Öcalan’ı çok seven 8.5 milyon insandan müteşekkil kitleye de Devlet adına el uzattılar. Kürtlere bir tip bu yeni amalgam rejime dahil olma önerisi ve teklifi sundular.
Bu çağrıya yönelik özellikle Kemalistlerden çok sert ve rijit tepkiler geldi. Hala Devletin sahibi olarak kendini sanan Kemalistler…
Ben de X hesabımdan Kemalizm dininin mensuplarına şöyle seslendim…
Benim akılsız ve şuursuz Kemalist mümin kardeşim, bir küçük nebze teşhis yeteneğin olsa bir Kemalist olarak şu an hem Tayyip Erdoğan’ın hem de Devlet Bahçeli’nin hem köpeği hem de kölesi haline düştüğünü anlardın.
Sizler mevcut rejimin muhalifi değil, maalesef kullanışlı aptal köpeklerisiniz. Sizi bir köpek ve köle olmaktan kurtarma derdi olanları da anlamıyorsunuz.
Erdoğan’a şahsi nefret duymanız bugünkü siyasal rejimi ayakta tutan sütunlardan birinin Kemalistler olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Ahmet Özer eğer Kürtçü değil de sizin gibi Atatürkçü olsaydı tutuklanmazdı ve yerine Metin Feyzioğlu-Sinan Oğan benzeri kayyum atanmazdı.
Bu rejimin paydaşı olan Kemalistler isteseler bile Tayyip Erdoğan’ın muhalifi olamazlar.
Ben size gerçekleri söyleyen tek popüler yazar kaldım. Hiçbir popüler muhalif aydın ve siyasetçi size gerçekleri söylemiyor. Ama kafanız öyle çalışmıyor ki hakikatleri anlatanlara bile nefret kusuyorsunuz.
2024 Türkiye’sinin manzarası bu. Ne eksik, ne fazla.
Norveçli objektif bir gözlemci olarak deklanşöre basınca çıkan Türk siyasal fotoğrafı çırılçıplak bu.