“Bağrı yanık olduğum için böyle şarkılar yaptım.”
Günlerdir Ferdi Tayfur cümleleri ile yaşıyorum ve sanırım bu cümle, onun hayatının özeti. Bir de babasının ona verdiği isim. Cumali Bey, dublaj sanatçısı Ferdi Tayfur’un hayranı olmasa, abisi küçük yaşta ölmese, bu isim ona verilmese, babası erkenden kaybetmese, oğlu için hayalleri sinema üzerine olmasa… Uzayıp giden varsayımlarım arasında Ferdi Tayfur’un, isminin hakkını kazanmak için yine bu kadar çalışıp çalışmayacağını düşündüm. Bazen kader denen şey, sana apaçık bir afili hikâye yazdırıyor, ne iyi!
Beynimde bağrı yanık şarkılar dönüyor. Aklım romanlarının ismine gidiyor. Ne çok Ferdi Tayfur şarkısını daha çocuk yaşta ezberlediğini fark eden yanımla tanışıp selamlaşıyorum. Akıp giden zamanda hayat en zor yerden başlasa bile ne güzel yollara varıyor diye seviniyorum…
‘Yaşamak güzel şey!’ diyorsun yakın zamandaki böbrek naklinin ardından. Dilerim hayallerini gerçekleştirdiğin bu yaşam, senin için uzun olsun Sevgili Ferdi Tayfur. Notalarınla, sinemaya olan tutkunla, hayatına amaç edindiğin büyük hayalinle bu dünyadan dolu dolu geçtiğin için teşekkür ederim…
Tabii bir de pamuklara karışan portakal çiçeği kokusu için…
Ferdi Tayfur'un romanları ile ilgili içeriği okumak isterseniz tıklayınız.
(Sağdaki Ferdi Tayfur'un çocukluğu)
Çocukluğu
Ferdi 15 Kasım 1945’te, Adana’da, Turanbayburt ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Cumali Bey, dublaj sanatçısı Ferdi Tayfur’un hayranıydı. Bir de sinemanın tabii. Filmlerde sesini duyduğu ve hayranı olduğu adamın adını oğluna vermişti. Ancak bu ismi koyduğu oğlu daha çok küçükken zatürreden öldü. O da dünyaya gelen kardeşinde bu adı yaşatmak istedi. Ve tıpkı hayalini kurduğu gibi oğlu adıyla yaşadı; ünlü bir isim oldu. Babası bunu dünya gözüyle göremese de…
‘Tıpkı filmlerdeki gibi…’ diye anlatıyordu yıllar sonra bir röportajında çocukluğunu. ‘Babam askerden geldiği gecenin ertesi günü gitti, bir daha gelmedi.’ diyordu. Onu Adana’nın güzel delikanlılarından biri olarak anıyordu.
Ferdi 5 buçuk yaşındaydı. Gecesinde babacığının kucağında oyunlar oynamış, sabah evden çıkışını bilmeden hafızasına kazımıştı. Yıllar sonra bile onu evden çıkan görüntüsünde hatırlıyordu. Anlattığına göre bir ağanın adamları tarafından öldürülmüştü. Geride onu çok özleyen, kaybının hüznü ve ezikliğini boynunda taşıyan bir çocuk kaldı. Erken büyümek zorunda olanlardandı…
Sonrası yoksulluk ve devam eden bir trajedi. Babasının ölümünün ardından ne yapacağını bilemeyen anneciği tekrar evlendi. Ferdi okumak istiyordu. Babasının da en büyük hayali buydu. Ancak zaman şimdi tersten akıyordu. Henüz çocukluğu üzerinden atamamış, babasının acısı ile sıcak yoğurulurken üvey babası onu bir şekerci dükkânına çırak verdi. Kötü bir adam değildi. Ancak yoksulluk onları kıskıvrak pençesine almıştı. İş hayatı çok erken başlayan Ferdi, okumayı da işte bu koşturma içinde öğrendi. Onun için açılacak bir ‘Eğitim hayatı’ başlığı ne yazık ki yoktu. Ama bu dönemde yaşadıklarını bir gün ‘Şekercinin Çırağı’ adını verdiği bir romanda anlatacaktı...
(Annesi ile)
‘Dramı sevmem; ama dramatik bir hayatım oldu.’ diyordu. Gerçekten de öyleydi. Bir anda insanın gözünde canlanıyor, yaşıtları okula giderken şekerci dükkânında okul çıkışı başka çocuklara şeker satan bir Ferdi. O da aynı şekerden yese de aynı tadı alamayan bir küçük çelimsiz çocuk…
Yıllar sonra ardına dönüp baktığında acılar, yaşanmışlıklar görüyordu. Arabeskliğin kanımızda aktığını düşünüyordu. Hiç gocunmadı. Çok çalıştı. Irgatlık, hizmetçilik yaptı. O yerlerden biri de Sakıp Sabancı’nın Adana Ceyhan’daki Mısırlı Çiftliği’ydi. Eniştesi orada çiftçi başıydı. Ferdi de bir dönem yanında çalıştı. Yıllar sonra Sabancı ile karşılaştığında ona ‘Abi, ben sizin ekmeğinizi çok yedim.’ diye anlattı. O da ona şöyle demişti:
“Mücadeleciymişsin.”
Yokluktan doğan müzik
Ferdi müziğe başlangıcını, ‘Para kazanmam lazımdı. Müzik yapmaktan başka çarem yoktu. İnsan çaresiz kalınca tüm yeteneklerini kullanmak zorunda kalıyor.’ diye anlatıyordu. Ferdi de dünyaya, dertlerine karşı müziğiyle durdu.
Çiftlikte çalışarak aile bütçesine katkıda bulunduğu dönemde düğünlerde şarkılar söylemeye başlamıştı. Gönlü sinemadaydı. ‘Sinemaydı benim asıl hayat amacım.’ diye anlatıyordu tutkusunu. Babasının da Ferdi ile ilgili hayalleri bu yöndeydi. Bunu bilerek büyüyünce hayali dediği gibi hayatının amacı halini almıştı. Yaş aldıkça sinema hayali de depreşiyordu. Ama tabii yokluk bakiydi. ‘Tanıdık yok, bildik yok, torpil lazım. Nereden bulacağım, fakir çocuğusun…’ diyordu.
Annesi ile yazlık sinemalara giderlerdi. Filmlerde şarkı söyleyen aktörleri izlerdi Ferdi. Onların taklitlerini yapa yapa sesini fark etmiş de şarkılar söylemeye başlamıştı zaten. Zeki Müren’in ‘Beklenen Şarkı’ filmini izlediğinde buldu çıkış yolunu. Müren, şarkı söylüyordu ve filmde başroldeydi. Ferdi’nin de sesi güzeldi. Öyleyse bu iş tamamdı. Sinemaya giden yol, onun hayatında da pekala müzikten geçebilirdi.
Ve bir gün yerel gazetede Adana Radyosu’nun yarışma ilanını gördü. Hayallerine attığı en büyük adımın heyecanıyla katıldı yarışmaya. Belki birinci değil ikinci olmuştu; ama bu pek çok büyük şeyin başlangıcıydı. Besteler yaptığı, filmler çektiği, kitaplar yazdığı upuzun bir yol bekliyordu onu…
İstanbul’a uzanan yıllar ve müzikli yollar
Ferdi’nin adımları ciddileştikçe üvey babasını bir despotluk sarmıştı. Despotluk da demeyelim de korkuyordu belki kendi dünyasında büyük şehirden. İstanbul’a gitme vaktinin geldiğini düşündüğünde de karşısındaydı. Ferdi tüm engellere rağmen gitti. Nasılsa fakirliği iyi tanıyordu. Ne iş olsa yapar, yaşamanın bir yolunu bulurdu. Şansı yaver gitti. Lunapark Gazinosu’nda iş buldu. Nurten İnnap’a bağlama çalıyordu. Ve sonra ilk plağını doldurdu.
Ferdi, 1968’de Seda Plak ile iki plaklık bir anlaşma yapmıştı. Piyasaya sürülen ilk plak Leyla’nın A yüzünde ‘Leyla’, B yüzünde ‘Aşkınla Beni Öldürdün’ adlı şarkılar vardı ve ikisinin de söz müziği Ferdi’ye aitti. Yine ikinci plağın A yüzünde bulunan ‘Tatlı Çingenem’ ve B yüzündeki ‘Adana Barajında’ şarkıları da Ferdi Tayfur imzası taşıyordu. İlk plaktan 500 lira kazanmıştı. Bu fakir bir genç için iyi bir kazanç olsa da, müzik piyasası için, ‘Beklenen ilgiyi görmedi.’ anlamını taşıyordu. Müzikten vazgeçmedi. Ancak çareyi de Adana’ya geri dönmekte bulmuştu. Bir süre çiftlikteki işlerin başına geçti. Elbette bir yandan da müzik devam ediyordu. Yeteneği olduğunun farkındaydı. Pes etmek istemiyordu. Düğünlerde, gazinolarda şarkı söylemeye devam etti. Saya, Kader, Sayan, Serenad, Görsev Plak ile plak doldurdu…
Sonunda 1970’te Kader Plak’tan şimdilerde ezber ettiğimiz ‘Huzurum Kalmadı’ plağını çıkardığında fark edilmeye başlamıştı. 1972’de Görsev Plak’tan çıkardığı ‘Kır Çiçekleri’ adlı 45’liği ile de çıkış yakaladı. ‘Bana Gerçekleri Söyle’ 45’liğiyle de artık adı tanınır olmuştu. 1975’te Elenor Plak’a transfer oldu. Burada oldukça başarılı albümler yaptı.
Ferdi Tayfur, şöhretli o çıkışı 1974’teki ‘Çeşme’ şarkısı ile yaptı. Şöhreti hayalinin bile ötesindeydi. Hayatımın amacı dediği hayaline çok az kalmıştı…
Çeşme, film oldu
Şarkılarını kalbinden, çocukluğundan akıtarak yazıyordu. Ve ona şöhreti getiren Çeşme, planladığı gibi onu hayaline kadar taşıdı.
1977’de şarkısıyla aynı adı taşıyan filmde, Ferdi başroldeydi. Necla Nazır ile başrolleri paylaştığı ‘Çeşme’ filmi, 12 milyon izlendi. Evet, bu hayallerinin de ötesindeydi. Yine de çok çalışmış ve ulaşmıştı. Ve muhtemelen babası da onunla gurur duyuyordu…
Ferdi Tayfur, şimdi sadece sahnede değil, hep beklediği gibi beyazperde de bir yıldız gibi parlıyordu…
(Çeşme filminden, Necla Nazır ile)
Şöhret yolculuğu
Ferdi artık sesiyle, filmleriyle aranan bir isimdi. Çeşme’nin hemen ardından 1978’de, yönetmen koltuğunda Temel Gürsu’nun oturduğu ‘Derbeder’ çekildi. Gürsu’nun filme ilgili yorumu şuydu:
“Derbeder, Türk sinema tarihinin en büyük hasılat yapan filmlerinden biri oldu.”
Film, sadece İstanbul’da üç buçuk milyon izlenmişti.
Tanınırlığı günden güne artıyor, Ferdi’nin şöhreti artık ülke sınırlarını aşıyordu. Anadolu turnelerinin yanına Avrupa turneleri de başlamıştı. Turne sonrası Türkiye’ye döndüğünde yeni filmler çekiyordu. Gazinoları tıklım tıklım dolduruyor, takviminde boş yer kalmıyordu.
1978’de çıkardığı ‘Batan Güneş’ şarkısıyla da çok sevilmişti. Onun için artık Batan Güneş’in Kralı deniyordu. Şarkılarında acı vardı; bağrı yanık bu şarkılarda Ferdi, halka ses olmuştu. Onların acılarını dile getiriyor ve bunu çocukluğundan beri içinde yaşadığı doğallıkla yapıyordu.
Huzurum Kalmadı, Yuvasız Kuşlar, Ben de Özledim, Durdurun Dünyayı, Yaktı Beni, Merak Etme Sen ve daha nicesi… O yazdığı ve söylediği bu şarkılarla halkın sevgilisi, özellikle minibüsçülerin de Ferdi Baba’sı olmuştu.
90’lar Ferdi Tayfur’un kariyerinde bir yenilenme dönemiydi. 1992’de çıkardığı Prangalar albümü ile halkın beğenisini bir kez daha kazanan Ferdi Tayfur, 1993’te, Show TV’de sunduğu ‘Yetiş Emmoğlu’ programı ile halkın karşısındaydı. 1994’te herkesi köye dönmeye, Fadime’nin düğününde halaylar çekmeye davet ediyordu. Ferdi Tayfur, bu şarkının klipinde bir ilki de gerçekleştirdi. İlk kez bir klipte travesti oynuyordu. Ardından 1996, 1998 ve 2001 yıllarında ‘Zaman Tüneli’ adını verdiği bir albüm üçlemesi çıkardı. Şöhret yolculuğunda parlayan şarkılar bu albümdeydi. Ferdi Tayfur, milenyumu selamlıyordu.
2000’lerde şarkıları, albümleri devam etti; ama bir yandan da artık daha çok yazmanın, bir şeyler anlatmanın, kendini sağaltmanın zamanı gelmişti. 2003’te çocukluk yıllarını anlattığı ‘Şekerci Çırağı’, 2008’de ‘Yağmur Durunca’, 2013’te ‘Bir Zamanlar Ağaçtım’ ve 2014’te ‘Paraşütteki Çocuk’ adını verdiği dört roman yazdı.
Ferdi Tayfur, yeteneğinin yanında çok çalıştığı, yokluğun kamçıladığı bir yerden yola çıktığı uzun soluklu ve başarılı bir şöhret yolculuğu boyunca, babasının özlemi sol yanında, hep yürüdü…
(30 yıllık hayat arkadaşı Nacla Nazır ve kızları Tuğçe ile)
Evliliği ve aşkları
Besteler yaparak müzik kariyerinde ilerlemeye başladığı yıllardı. Müziğe ilk adım attığı zamanlar. Elenor Plak’ın sahibi Atilla Aksakarya’nın desteği ile bestelerini satıyordu. Zeliha Hanım ile nikahlılardı. Ve o gerçek çıkışı yakaladığı 1974 yılında, sade bir törenle de evlendiler. Bu evlilik onlara iki çocuk getirdi.
Sinemaya adım attığında Necla Nazır ile tanıştığında ise pek çok şey değişti. Bir anısını şöyle anlatıyordu:
“Antalya’da ‘Batan Güneş’i çekiyorduk. Necla Nazır falan bütün ekip, akşam lokantadayız. Omzuma bir el dokundu, döndüm. Bıyıklı bir adam... “Sakın âşık olma” dedi. Anlamadım, “Tabii tabii” falan dedim, geçiştirdim. Oradan kalktık, Dalya Oteli vardı. Oraya gittik. Gece kulübündeyiz, Necla Hanım falan dans ediyorlar. Bir adam geldi, elinde viski bardağı... Yanıma çöktü, “Sakın âşık olma” dedi. Aynı gece, iki farklı mekân, hiç tanımadığım insanlar. Şaşılacak bir şey değil mi? Hiç unutmam ben bunu.”
Aşkları ve birliktelikleri uzun sürse de bitti. Çünkü Necla Hanım nikah istiyordu. Aslında Ferdi Tayfur’un resmiyette evli olduğunu hep biliyordu. Ancak yıllar geçtikçe bu isteğe karşı koyamamış ve sonunda ilişkinin de sonu gelmişti. Evet, durum biraz karışık. Verdiği bir röportajda, ilişki dünyasını ‘çok karışık’ bulan röportöre şöyle diyordu Ferdi Tayfur:
“Hiç de değil. “Ben evliyim” dedim bütün kadınlara. Ona rağmen tuttular beni, bırakmadılar.”
(Nikahlı eşi Zeliha Hanım)
İşin özü, ilk evliliğini resmiyette hiç bitirmemişti. Necla Nazır ile süren 30 yıllık birliktelikten de Tuğçe adını verdikleri bir kızları olmuştu. Daha sonra da Habibe Hanım ile yaşamaya başladılar. Bu birliktelikten de Ferdi Taha adını verdikleri bir oğulları oldu. Ve sonra Habibe Hanım ile de ayrılıp nikâhlı olduğu eşine, Zeliha Hanım’a döndü.
Tüm bu hikâyenin en başında bir de ‘eski bir macera’ diye özetlediği Timur vardı. 18 yaşında yaşadığı, ‘çocukluk’ dediği bir zaman diliminden Timur dünyaya gelmiş, annesi onu bir kadına bırakarak yurt dışına gitmişti. Timur annesini hiç tanımadı. Ferdi Tayfur ünlü olunca da, onu büyüten kadın getirip Timur’u babasıyla tanıştırdı. 13 yaşından sonra babalık edebildiği evladı, uzun yıllar sonra gün gelecek Ferdi Tayfur’un hayatını kurtaracaktı…
Uzun soluklu bir ilişki yaşamı olmuştu. Ünlü olunca ortaya çıkan çocuk da, film gibi yaşamı tastamam kılıyordu. Geri dönüp baktığında gönül ilişkilerindeki keşkesini ise yine aynı röportajda şöyle açıklıyordu:
“Keşke ilk eşimden kopmasaydım. O kadıncağızı da kırdık, Necla’yı da kırdık. Ne yapayım, duygusal bir adamım, çabuk âşık olurum.”
Başarı dolu bir ömür
‘Ben bu kadar parlayacağımı da hiç düşünmüyordum. Şöhret sahibi olmam beni hiç etkilemedi.’ diye özetliyordu yıllar sonra bu yolculuğu. Plakların, kasetlerin yanında konserler veriyor, çok seviliyordu. 1993’te Gülhane Parkı’ndaki konserine 200.000 kişi gelmişti. Ses sanatçısı, söz yazarı, besteci ve kuşkusuz en önemlisi sinema oyuncusu unvanlarını kazanmak için çok çalıştı. Müzik onu sinemaya ulaştırdı ve sinemada yaptığı şarkılar, şöhretine şöhret kattı.
Ferdi Tayfur, kariyeri boyunca 30’un üzerinde film yaptığında, 30’dan fazla da albümü vardı. Toplamda dokuz kez ‘Altın Plak Ödülü’ne layık görüldü. Çeşme albümü, ikinci Altın Plak’ı idi. İlkini ‘Bırak Şu Gurbeti’ albümü ile almıştı. Ve ikisi de 1975 yılındaydı. Kariyerine 1982’de ‘Ferdifon Plakçılık’ adını verdiği bir şirket kazandırdı. Ve dört roman…
Başarısını, şöhretin gölgesinde kalmaya bağlıyordu. Bir röportajında şöyle açıklamıştı:
“Şöhreti hiç tınlamadım. Hep önüme baktım, müziğimle daha iyisini yapmaya çalıştım. Zirvedeyim diye böbürlenirsen yarım kalırsın, tam olmak istiyorsan daha çok çalışmalı ve kendini geliştirmelisin. Ayıplarım şöhret sahibi olduktan sonra değişenleri. Ne kadar şöhret sahibi olursam olayım, hiçbir zaman korumam olmadı. Benim korumam halkımdır. Halkın arasında tek başıma geziyorum. Sanatçıyız biz, kendimizi kimden koruyacağız ki? O yüzden korumayla gezenleri anlamıyorum. Ben hep söylüyorum, yine söyleyeceğim; sanatçı olunmaz, sanatçı doğulur. Sanatçı aydındır, tüm menfaatlerini bir kenara koyup ülkesini düşünendir. Sanatçı milleti için, memleket için sanatçıdır.
O tarafın, bu tarafın sanatçısı olunmamalı. Önceliğine milletinin çıkarlarını koymalı. Çünkü memleket yoksa bizim sanatçılığımız da bir işe yaramaz.”
Yıllar geçse de hafızalardan silinmeyen, hala o nağmeli yanık sesin kulaklarımızı doldurduğu şarkılara hayat vermişti. Bunun sırrını da açıklamıştı:
“Çünkü hep bugünü anlatmışım. “Hadi Gel Köyümüze Geri Dönelim” dedim. Şimdi millet İstanbul’u terk ediyor... Zamanında söylemişim işte...”
Kültleşmiş, başarılı isimlerin hayatları hep beyazperdeye aktarılır. Müslüm son yapımlardan biriydi. Ancak her ne kadar can alıcı bir senaryo oluşturacak olsa da, Ferdi Tayfur’un bu konuda net bir kararı vardı: ‘Hayır, gerek yok.’ Ve şöyle devam ediyordu:
“Müslüm'ü çektiler; ama o öldükten sonra. Ben öldükten sonra da hayatımın film olarak çekilmesini istemiyorum. Zaten bugüne kadar beni anlatan belgeseller yapıldı. Halkımız benimle ilgili her şeyi biliyor zaten. Sanatımı hep kalbimle, samimiyetle yaptım. Bunu en iyi halk fark ediyor. O samimiyet ve sevgi aramızda güçlü bağ oluşturdu. O bağ da hiçbir zaman kopmaz.”
(Orhan Gencebay ile)
Arabeskin dört yapraklı yoncası
Müslüm Gürses, Orhan Gencebay, İbrahim Tatlıses ve Ferdi Tayfur. Sinemanın nasıl dört yapraklı yoncası ise, onlar da arabeskin dörtlüsüydü. Bir röportajda bu konudan bahsedilirken Ferdi Tayfur, hiç rekabete zamanı olmadığından, zaten bu dört kişinin de tavrının, sesinin farklı olduğunu söylüyordu. Çalışmaktan kıskanmaya vakit bulamamıştı. Bir başka röportajında ise şunu dile getiriyordu:
“… Türkiye'de arabesk denilince akla dört isim geliyor. Ben, Orhan Gencebay, Müslüm Gürses ve İbrahim Tatlıses. Mahşerin dört atlısıydık. Beşincisi yok. Bizim gibi bir dörtlü bir daha çıkmaz. Bakın şimdi arabesk dünyasına, bizden sonra ortalık bomboş.”
Öte yandan da arabeskin hiç bitmeyeceğini düşünüyordu. Bu konudaki düşüncesini de şöyle açıklamıştı:
“Yoksulluk, açlık, haksızlıklar bitmeden arabesk bitmez. Dünya düzeni değişmedikçe arabesk bitmeyecek. Arabesk sadece Türkiye'ye özgü değil. Her ülkenin arabeski var. Her ülkede acılar, yoksulluklar, haksızlıklar yaşanıyor. Bunlar var olduğu müddetçe de arabesk hep olacak…”
Bir başka röportajda da İbrahim Tatlıses ile felç sebebiyle müzik tahtından düşerek ortak bir kaderde buluştukları dile getirildiğinde şöyle diyordu:
“Ben böyle bir benzerlik görmüyorum. O kabadayıların arasına girdi, ben girmedim. Onun kavgacı arkadaşları vardı, benim yoktu. Dündar Kılıç benim arkadaşım, abimdi. Kürt İdris de abimdi. Ama her zaman o dünyayla mesafeli oldum. Benim başıma gelen ciddi bir hastalık. İbrahim’inki tamamen farklı...”
Ayrıca hiçbirinin filmlerini de beğenmiyordu. Ama ‘Müslüm’ün sesini severdim.’ diyordu. Tabii halkın beğenmesinin önemli olduğunun da altını çiziyordu. Sadece sinema anlayışlarının, kültürlerinin farklı olduğunu düşünüyordu.
Genç şarkıcıların Ferdi Tayfur şarkılarını söylemeyi talep edip etmediği sorusunu ise şöyle yanıtlıyordu:
“Bunun kaçarı yok, çok istiyorlar. Ben pek oralı olmuyorum. Benim şarkılarımı her sanatçı okuyamaz, zordurlar. Batıya, Batı müziğine daha yakınlar.”
Müziğe ara verişi ve bugünü
Aslında belki de müziği bıraktı demeli. Çünkü ‘Hastalandıktan sonra müziğe iştahım kalmadı.’ diyordu. Müziğin bir heyecan işi olduğunu düşünüyordu ve hasta olduktan sonra o heyecanı yitirdiğini hissediyordu. Tabii ki sahnelere çıkıp şarkılarını söylemeyi, hayranları ile o coşkuda buluşmayı çok isterdi. ‘Bağrı yanık olduğum için böyle şarkılar yaptım.’ dediği takdir edilen kariyeri için, belki de bazı şeyleri tadında bırakmak istiyordu.
2010’da vücudu beynine pıhtı atmıştı. Ve ardından yüz felci de geçirince ses yapısının değiştiğini görüyordu. ‘Eski neşem kalmadı. Şarkı söylemek için kendini iyi hissetmen gerekir. Bunlar kalmayınca söz de müzik de bitiyor.’ diyordu. Son olarak kızı Tuğçe’nin albümünde düet yapmıştı.
Son olarak da geçtiğimiz Mayıs ayında böbrek nakli oldu. Diyabete bağlı böbrek yetmezliği olduğunu yeğeni Nilüfer’in ısrarı olmasa fark etmeyecekti bile belki. Kitap okurken daha ikinci sayfayı bulamadan uyuyakalıyordu. Nilüfer’in ısrarıyla doktora gittiklerinde ise, böbrek yetmezliği teşhisi konuldu. Koronavirüs yeterince korkutucuyken bu süreçte ne yapmalı diye araştırmaya başladılar. Antalya’da görevli Prof. Dr. Alper Demirbaş’a ulaştılar. ‘Doktorumuz bize büyük cesaret verdi. Gözümü kapattım, açtım ameliyatım bitmişti.’ diye anlatıyordu sonrasını. O uyuyordu tabii; ama ameliyathanede doktorlar, hemşireler, dışarıda beklerken çocukları, onun şarkılarını dinliyordu…
Organ nakli büyük şanstı. Uygun bir böbrek bulunuşu daha büyük. Evlatları bir araştırmaya girmişken oğlu Timur’un böbreği uyuştu ve babasına böbreğini verdi. Ferdi Tayfur, röportajında organ naklinin bir mucize olduğunu dile getirirken mutlulukla şu cümlenin altını çiziyordu:
‘Yaşamak güzel şey!’
Yaşamın tadına varan, yoksulluktan bugünlere tırnaklarıyla kazıyarak gelmiş, bağrı yanık olduğu için ‘böyle şarkılar yapan’, hayatının amacı haline getirdiği hayallerini gerçekleştirmiş bir Ferdi Tayfur geçiyor bu dünyadan…
İyi ki…
Not:
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Daha Fazla Yorum Yükle
0 Yorum Yapılmış