O gerçekten de ilklerin kadını. Tabii bunların hepsini yapmak söylendiği kadar kolay olmamış. “Ben kaderimi yaşadığım haksızlıklara rağmen hep hoş karşıladım. Sanatımla baş başa mutlu oldum, çünkü beni sanattan başka hiçbir şey ilgilendirmiyordu” diye özetliyor aslında yaşamını Semiha Berksoy. Tüm yaşamı gösteriyor ki, onu gerçekten sanattan başka hiçbir şey ilgilendirmemiş…
İyi ki doğdun İlklerin Kadını!
Çocukluğu
Semiha, 24 Mayıs 1910’da, İstanbul Çengelköy’de, Fatma Saime ve Ziya Cenap Berksoy çiftinin kızları olarak dünyaya geldi. Fatma Saime Hanım, heykeltıraş ve ressam; Ziya Cenap Bey ise, maliye katipliğinin yanında pek güzel sesi olan bir şairdi. Semiha, böylesine sanat dolu, kültürlü bir ailenin içinde büyüyecek, sanatın her bir koluna bir başka aşk beslemeden edemeyecekti.
Annesi Fatma Saime Hanım, ona, jest ve mimiklerle şiir okumasını, şarkı söylemesini, resim yapmasını öğretmeye başladığında, Semiha henüz 4 yaşında bir çocuktu. Çakmak çakmak gözleriyle, gerçek yeteneğini ortaya koyuyordu. Yıllar sonra ailesinin bu yaklaşımını anarken şöyle diyecekti: “Bende sanatla ilgili ne varsa annemle babamdan aldım.” Haksız değildi, annesi de, babası da çok yetenekliydi ve ortaya da katmerli bir yetenek çıkıyordu işte…
Kalemi de oldukça kuvvetliydi. İlk hikâyelerini ilkokul sıralarında yazmaya başladı. Bir yandan da bu hikâyeleri, resimleriyle süslemeden edemiyordu. Sürekli bir sanatsal işle meşguldü. Hikâye yazmak yetmiyor, resim de çiziyordu. Bunlar da yoksa şiirler okuyordu. Ya da kendi kendine operalar söylüyordu. Daha küçücük bir çocukken davudi sesi, hâliyle dikkatleri cezbetmişti…
Eğitim hayatı
Günler sanatla dolu geçiyordu. Semiha, bir yandan da başarılı bir öğrenciydi. İlkokulun ardından başladığı Kadıköy Ortaokulu’nu da birincilikle bitirdi. Şimdi sıra lise eğitimindeydi. Ama bir bilgi çalınmıştı kulağına; İstanbul Kız Lisesi’nin yakınına bir konservatuvar açılıyordu. Öyleyse mutlaka bu liseye kaydolmalı, böylece yakınındaki konservatuvara da gitmeliydi. Gidecekti de! Ancak Ziya Cenap Bey, kızının konservatuvarı bırakmak için bir mektup yazdı.
Semiha 18 yaşındaydı. Söz konusu sanat olduğunda özellikle kararlılığını bildirmenin bir yolunu buluyordu. Bu mektuba verdiği cevapta sanattan asla vazgeçmeyeceğini şöyle anlatıyordu: “Benim ruhumu sürükleyen, bende alev haline gelen bir şey var; o da sanat aşkıdır, bunu bilesiniz, ölsem de mezarımda selvi ağaçları söyler.”
Resim üzerine tek eğitimi annesinden öğrendikleriydi. Bugüne dek yaptığı resimleri ondan öğrendikleriyle yaptı. Ancak şimdi daha fazlasını istiyordu. 1929’da,aptığı ne kadar resim varsa topladı ve Güzel Sanatlar Akademisi’nin yolunu tuttu. Resimleri öyle çok beğenildi ki, Semiha, bu okula tam bursla başladı. Güzel Sanatlar Akademisi’nde, Namık İsmail Atölyesi’nde resim eğitimi aldı.
Ömrü boyunca sanatın pek çok dalıyla ilgilenecekti; ama resimden hiç vazgeçmedi. Resim yapmadan duramayacağını, resim yapmayı, yemek yemek kadar elzem gördüğünü sürekli dile getiriyordu. Hiçbir akımın etkisi altında kalmadan, Avan-gard tarz olarak tanımlanan modern resimler yapacaktı…
1931’de, yönetmen koltuğunda Muhsin Ertuğrul’un oturduğu ilk sesli Türk filmi “İstanbul Sokakları”nda başroldeydi. 1932’de Dar’ül Bedâi’de, çalışmaya başladı ve aldığı rollerle burada sahnelenen operetlerin primadonnası oldu…
İlk kadın opera sanatçısı
Dârül Bedâi’deki tiyatro eğitiminden sonra Semiha, sesini eğitmenin peşine düştü. Tabii önce bir hocaya sesini dinletmeliydi. Bu kişi, konservatuvardaki, o dönemdeki adıyla Dar’ül Elhan’daki ilk şan hocası sopranı Nimet Vahit Hanım’dan başkası değildi. Sonrasını Semiha yıllar sonra kendi cümlesiyle şöyle söyleyecekti: “Nimet Vahit Hanım'ın şan sınıfında benim ruhumu sürükleyen, bende alev haline gelen o sanat aşkıyla derslere başladım.”
19 Haziran 1934’te, Adnan Saygun’un bestelediği ilk Türk operası “Özsoy”da, “Ayşim” rolü ile sahnedeydi. Öğretmeni soprano Nimet Vahit Hanım “Ulu Anne”, bariton Nurullah Şevket Taşkıran ise “Feridun” rolünü oynamıştı. Selma ve Azade Selim Sırrı dans ve koreografiyi üstlenirken, Halil Bedii Yönetken ise, koroyu yönetmişti…
Başarılı işleri
Ankara Devlet Konservatuvarı, bir sınav açtı ve Semiha bu sınavı kazanarak, devlet bursuyla Berlin Yüksek Müzik Akademisi Opera Bölümü’nde eğitime gönderildi. Hiç Almanca bilmiyordu; ama sesi oldukça ilgi çekmişti. Hatta sesiyle ünlüydü denebilirdi. Öğrenciliği hala devam ederken 22 Haziran 1939’da, Richard Strauss’un 75. Doğum Yılı Festivali’nde, Berlin Akademisi Eski Apollon Operasında, Richard Strauss’un Ariadne auf Naxos Operasında, “Ariadne” rolüyle sahnedeydi. Okulu birincilikle bitirdiğinde, aynı zamanda Avrupa’da opera sahnesine çıkan İlk Türk Soprano unvanını da almıştı…
1940’ta Türkiye’ye döndü. Nisan 1941’de, Ankara’da, Karl Ebert yönetimindeki Tosca ve Madame Butterfly operalarında oynadı. Tosca, profesyonel anlamda ilk opera gösterisiydi. Bu ilkler yanında Lüküs Hayat ve Deli Dolu operetlerinde de yer aldı.
1946’da, Karl Ebert ile birlikte Ankara Devlet Operası’nın kurulmasında, Ebert’in reji asistanıydı. Ayrıca eşsiz sesi ve muhteşem oyunculuğu ile tüm dünyada hayranlık uyandıran bir opera divası, bir primadonna olmuştu.
Süreyya Operası’nda, Emir, Çardaş Fürstin (Csárdásfürstin, Emmerich Kálmán), Maskot (La Mascotte, Edmond Audran), Leblebici Horhor Aga (Dikran Cuhaciyan, Tekfor Nalyan) operetlerinde primadonna olarak sahneye çıktı.
1999’da, New York City Lincoln Center’de, Robert Wilson’un yönetimindeki, Umberto Eco’nun eseri “The Days Before Death, Destruction and Detroit III”te, Tristan ve Isolde Operası’ndan, Isolde’nin “Aşk Ölümü” aryasını söyledi. 89 yaşındaydı. Her zaman sanatın yaşı olmadığını, bunun ruhi bir mesele olduğunu savundu…
Atatürk ile karşılaşması
Semiha’nın, 1934’te başrolünde oynadığı ilk Türk operası “Özsoy”, Atatürk’ün emriyle sahnelenmişti. Semiha, Atatürk ile karşılaştığı, tanıştığı o anı şöyle anlatıyordu:
“1934 yılında ilk Türk operası olan Özsoy’u prova ettiğimiz bir gün Atatürk’ün gelip provayı izleyeceği haberini verdiler. Gazi geldi ve locasından provayı seyretti. Hepimiz heyecanlıydık. Oyun bitince “bravo” diye bağırdı. Gece Çankaya Köşkü’ne davet etti beni. Ben 24 yaşında heyecandan korkuyor ve tir tir titriyordum. Köşke gittiğimizde Gazi, İnönü ile bilardo oynuyordu. Sarışın, heybetli, çok yakışıklı bir insandı Atatürk. Bana hangi okulda okuduğumu sorup şarkılarımı okumamı istedi. Ben de Madam Butterfly Operası’ndan bir arya okumak istediğimi belirttim. Hemen emir verdi, piyanoyu ve ses alma cihazını açtırdı. Sesimi plağa çektiler.”
Nazım Hikmet ile aşkları
Semiha, Nazım’a önce kitaplarından tanıyıp aşık oldu. Bu güçlü bir hayranlıktı. Gerçek hayatta ise, Nazım’ın “Kafatası” piyesinin sahnelenmesi çalışmaları sırasında karşılaştılar. Semiha, bir tiyatro öğrencisiydi. Nazım’ın ise, yıldızının yeni yeni parladığı zamanlardı. Birbirlerine duydukları her şeyi karşılayan duyguda en çok birbirlerinin sanatlarına hayrandılar. Bu hayranlık zamanla aralarında doğacak ilişkinin en önemli varlık kanıtıydı.
Semiha, Nazım ile arasındaki aşkı şöyle açıklıyordu: “Nazım Hikmet’le aramızdaki aşk çok derin ve platonik bir aşktı. Bana, sesime ve kabiliyetime tutkundu, hayrandı bana…” Nazım’ı hayatı boyunca kalbinin bir köşesinde saklayacaktı…
Saklamalıydı. Çünkü bu ilişki bitecekti. Ayrılıkları oldukça kederli sahneler içeriyordu. Semiha’nın 1936’daki kazandığı burs ile Berlin’e gitmesi elbette kariyeri için mükemmel bir şeydi. Ancak bu, bir yandan da ayrılık anlamına geliyordu. Kazandığı bursu Nazım’a haber verdi ve Berlin’e gitmek istediğini ekledi. Nazım, aşık bir erkek olarak ilk tepkisini gitmesini istemediği yönünde verse de, bir yandan da Semiha’nın kariyerini engellemeye gönlü razı gelemezdi. Semiha, başarıdan başarıya koşmak için Berlin’e gitti. Nazım ise, bir yıl sonra cezaevine girecekti…
Ayrılsalar da bağlarını koparmadılar. Nazım, Semiha’yı hep “O, Türk kadın sesinin pırlantasıdır” diye tanımladı. Yıllarca birbirlerine her fırsatta mektup yazdılar. Aşkları, arkadaşlıkları, pek çok şeyi barındıran bu mektuplar, yıllar sonra “Nazım Hikmet ve Toca’sı Semiha Berksoy” adıyla kitap oldu…
İki Aykırının Mektupları
Fikret Mualla, değeri çok sonradan anlaşılan bir dahi ressamdı. Semiha ile yolları 1930’larda kesişti. Ancak dostlukları sadece mektupla sürebilecekti. Çünkü Fikret Mualla, hiç dönmemecesine II. Dünya Savaşı öncesinde Fransa’ya gitmişti. Birbirlerine sadece mektup yazmıyor, resimler, desenler de yolluyorlardı.
Daha sonra bu dostluğa verdiği kıymet ve dostuna duyduğu derin sevgi ile her şeyi toparladı ve yayına hazır hale getirip kızı Zeliha’ya emanet etti. Hatta bu bir mirastı. “İki Aykırının Mektupları” adıyla kitaplaştı…
Onlar özellikle resim sanatı üzerine pek çok şey paylaşıyorlardı. Semiha, resimlerinin yalnızca sanat ve aşkla açıklanan yanlarını kalpten paylaşıyordu örneğin dostuyla. Semiha, söz konusu resim olunca hiçbir akıma bağlı kalmadan kendini şöyle anlatıyordu: “Ne hissediyorsam onun resmini yapıyorum. Kiminde çocuk gibiyim, kiminde melek, kiminde şeytan... Melekliğim, karşılık beklemeden sevmemden geliyor. Sevince, melekleşiyorum, sevince çocuk saflığına kavuşuyorum... Şeytanlığım ise, sevdiğimi bırakıp gidebilmem. Sanatım için çekip giderim, gidebilirim... Bana şeytanlığı yaptıran sanat aşkı.”
Semiha Berksoy öldü
Onun sanata olan bakışı, onu yaşamının bir parçası haline getirip icra edişi dünya çapında büyük bir hayranlıkla karşılandı. Sesi, resimleri, kalemi her şeyiyle… Kaç yaşına gelirse gelsin, üretmekten hiç vazgeçmedi. “Bu ruhi bir mesele. Ve bu aşk, merak beni genç ve enerjik tutuyor. Çünkü beni sevindiriyor. Aşık olmak da insanı sevindirir” diyordu.
Sanattan başka bir uğraşı olmayan, gününü sanatla şenlendiren Semiha Berksoy, 15 Ağustos 2004’te, 94 yaşında hayata veda etti…
İlklerin kadını olarak anılan, sanatı kalpten yaşayarak icra eden, hiç vazgeçmeden hep üreten bir Semiha Berksoy geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Daha Fazla Yorum Yükle
0 Yorum Yapılmış