Hayatının sırrını yaşayarak ve yazarak keşfetmiş, yaşamını yazmak üzerine düzenlemiş bir kadın; Adalet Ağaoğlu!
“Bu kadar uzun yaşamayı istemezdim, dünyanın bu halini görmeseydim.” diyordu. Özellikle hayat arkadaşı Halim Bey’in vefatından sonra yarım kalmış hissediyordu. Yine de yazmak, hayatının en büyük gerçeğiydi. Her şeyden vazgeçebilirdi; ama yazmaktan asla. Ve yazmaktan öğrendiğini hiçbir yerden öğrenmediğini düşünüyordu. Belli ki dünyaya yazmak için gelmişti. Şimdi görevini tamamlamış olmanın huzuruyla bir sonsuzluk hali varsa dediği yolculuğuna çıktı.
Kapısında nicedir beklediği ölüm, bugün geldi…
Çocukluğu
Adalet, 23 Ekim 1929’da, Ankara Nallıhan’da Hafız Mustafa ve İsmet Sümer çiftinin dört çocuğundan ikincisi olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona ‘Fatma İnayet’ adını verdi. Daha doğrusu ona bu ismi onu doğurtan ebe kadın vermişti. Bir ada sahip oluşunun da uzun bir hikâyesi vardı. Kardeşleri Cazip bir doktor, Güner oyun yazarı ve oyuncu, Ayhan iş insanı olurken, Adalet yolunu yazarlıkta çizecek, ülkenin özellikle dik duruşu ile tanıdığı bir kadın yazar olacaktı…
Hafız Mustafa Bey, Osmanlı’nın aydın bir adamıydı. Ancak yaşamları bir değişimin kıyısına denk gelmişti. Cumhuriyet’in ilanı ülkenin vaziyeti ile birlikte her bir haneye de yeni bir kader çizmişti. Bu değişime ayak uydurmak oldukça zor olsa gerekti. Hafız Mustafa Bey, Nallıhan’da, o dönemde böyle kazalarda ‘rüştiye’ denen lise dengi okulda, bir yandan da din okulunda okumuştu. Bir yandan hafızken bir yandan Osmanlı Dönemi’nde Rusça dahi öğrenmişti. Bir yandan da zamanı gelince aileden kalma ipek kumaş dükkânını idare etmeye başlamıştı…
Annesi İsmet Hanım ise, Boşnak kültüründen geliyordu. Adalet de, görüntüsü itibarıyla anne tarafına, Saraybosnalılara benziyordu. Açık kumral saçları ile başka bir havası vardı ve gözden hiç kaçmadı. Buradaki asıl mevzu şu ki, anne ve babası arasındaki kültür farkı yıllar boyu hiç hissedilmedi. Çocuklar bir günden bir güne hiç kavgaya şahit olmadı. Barışın hasıl olduğu bir ortamda nasıl yaşadıkları Adalet’i belki çocukken değil; ama yıllar sonra şaşırtmış ve onların nasıl bir dramdan geçtiği üzerine derin derin düşünmüştü. Ve bu düşünce elbet aktarılmaya değer bir yazıya da dönüştü. Bir röportajında bu durum için şöyle diyordu:
“…Bunu düşündüm, taşındım. Olsa olsa bir dayanışmayla olur dedim. Çünkü biliyorsun Cumhuriyet kurulduktan sonra, önce alfabe değiştirildi. Eski Türkçe bırakıldı, Latin harflerine geçildi. O yaştakiler, o zaman Kurtuluş Savaşı’ndakiler birden bire ikilem içine düştüler. Onların dramı yazılmayı hak eden bir konu diye düşündüm.”
Hafız Mustafa Bey, kumaşları İstanbul ve Bursa’ya götürüyor ve orada satıyordu. Özellikle İstanbul’un işgal döneminde çok fazla kumaş talebi vardı ve Hafız Mustafa çok çalışıyordu. Bulunduğu kazadan bu lokasyonlara kumaşları götürmek ya da oradan dönmek de ayrı bir meziyetti. Hafız Mustafa tren istasyonuna kadar at sırtında gidip kalan yolu trenle tamamlıyordu.
Ve bir yandan da kültür farklılıklarında annesinin etkisini, ki bu Adalet’in yazarlığını da etkilemişti, özenli buluyordu. Ve evet, en çok onların yaşadığı dramı anlayamadığı üzerine düşünüyordu. Bu konuda ise, şunları söylemişti bir röportajında:
“Bunu biraz da anneme bağlıyorum. Çünkü annemiz Saraybosna göçmenlerinin kızı, ikisi el ele veriyorlar. Babam aynı zamanda ileri derece miyoptu. Babamın tıraşını hamam tasında annem yapardı. Kravatını annem bağlardı. Öyle yetiştirildik ki dinden bahsetmek bile ayıptı. İlk romanımın da Aysel’in babası Salim Beyi; işinde, gücünde, namuslu bir adam olarak yazdım ama asıl dramlarını yazamadım. Babam eski Türkçe biliyor. Babam camide namaz kıldırırken, aydın bir kişi aslında fakat birden bire cahil durumuna düşürülüyor çünkü Latin alfabesini konuşması kolay olmuyor, öyle bir dramlar var, kökten değişimler iyi; ama sabır istiyor. Geçen gün Atilla Dorsay bana geldi, ona dedim: ki Atilla biliyor musun, biz anne babalarımızı hiç anlamadık! O yanlış anlamış, “Sağken onlara bakamadık, yardım edemedik” diye anlamış. Ben halbuki Cumhuriyetin ilk kuşakları olarak anne babalarımızın dramını anlayamadık demek istedim.”
Eğitim hayatı
Adalet, yıllar sonra eğitim hayatını şu cümle ile özetlemişti aslında:
‘O yasa olmasaydı, ben yazar olamazdım.’
Cumhuriyetin ilanının ardından pek çok konuda yeniliğe gidilmiş, yasalar çıkartılmıştı. Bunlardan biri 1933’te çıkan kız çocuklarının ilkokula gönderilmesi üzerineydi. Bunu yapmayan aileler hapse atılacaktı. Adalet 5 yaşına bastı basacak. Ve henüz nüfus kağıdı bile yoktu. 7 yaşında gösterildi ve okul macerasına ilk adım böyle atıldı.
Adalet, ilköğrenimini Nallıhan’da tamamladı ve ardından ilkokul bittiğinde, eğitime devam edebilme konusu gündeme geldiğinde, annesi İsmet Hanım’ın gönlü kızının başka bir şehre gitmesine razı olmamıştı. Böylece 1938’de, Ankara’ya taşındılar. Ankara Kız Lisesi’ne kaydolan Adalet, 1950’de pırıl pırıl bir genç kız olarak Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu...
Bu süreç için bir yasaya bir de babasına minnet duyuyordu Adalet. Hafız Mustafa Bey dindar bir adamdı. Güzel sesi ile hatim indirmişti. Hafızdı ve sırf kızı okusun diye her şeyi ardında bırakıp Ankara’ya taşınmıştı. Üstelik kolay da olmamıştı. İlk taşındıklarında Ankara’da, eski bir Ankara evinde oturmuşlardı. O dönemde çok çocuklu ailelere verilecek ev bir sebepten yoktu. Hafız Mustafa da Nallıhan’daki her şeyi satıp yepyeni bir başlangıç yaptı ailesiyle. Yenimahalle’de, İtalyan bir mimarın elinden çıkmış bir apartmanı satın aldı. Bir anda Batı’nın izleri, yaşamlarının bir parçası oluverdi. Adalet, genç kızlığa adım atarken artık manav bile onu içeriye ‘Buyurun Matmazel!’ diye davet ediyordu. Bu hitaptaki en büyük sebep anne tarafına benzemiş olmasıydı. O zaman kıkır kıkır hoşuna giden bu sözcüğün, kendisine neden matmazel dendiğini sonradan anladı.
Bir de şu konu var ki, ev içinde ona Adalet deseler de, kimlikte yazan ‘Fatma İnayet’ isminden habersizdi. Bir yandan da ona seslenilen ismin de ağırlığını taşıyamadığı oluyordu. Nallıhan’da okurken, çarşıda esnaf ardı sıra ‘Adalet, nisavet, yaşasın millet!’ diye marş tutuyordu. Küçük bir kız bedeniyle eve koşan Adalet de, ‘Anne ne olursun adım değişsin.’ diye ağlıyordu. Bu konuyu bir röportajında şöyle anlatıyordu:
“… Çok ağlardım, ‘Anne ne olursun adım değişsin!’ “Ne olsun kızım?” derdi, ‘Neriman olsun’ derdim. Günlüklerimde de yazmışım herhalde. Herhalde dansöz falan gördüm sahnede Neriman olsun istedim. (Gülüyor)”
Adalet, adının kimlikte ‘Fatma İnayet’ yazdığını da Ankara’da, ortaokulda avluda sıraya koyulup isimleri okunduğunda öğrendi. Kimse ‘Adalet’ dememişti. Bu olaydan sonra babası kızının adını mahkeme kararıyla nüfus kağıdına da yazdırdı…
Minnet duyduğu babasına karşı bir yandan da, duygusunu karşılayacak doğru sözcük sanırım bu- mahcup hissediyordu. Ve şöyle anlatıyordu:
“Biz cumhuriyetin 2. kuşağı sayılırız. Anne ve babalar bu değişime kolay ayak uyduramazlar. Herkesi alışkanlıklarından kolayca vazgeçiremezsin. Biz Cumhuriyet ilkelerine göre yetiştirilen çocuklar olduğumuz için anne ve babalarımızı “gerici” görmeye başladık. Ben uzun süre ‘Babam Hafız’ demeye utandım. Sonradan anladım ki aptalmışız, asıl dram, romanlık dram onlarınki. Ani değişime ayak uydurmak kolay değil. Benim babam dini eğitim aldığı halde bu değişime iyi ayak uydurmuş. İyi ayak uydurmuş ki beni okutabiliyor.”
Babası, gözünde kusursuz; ama bir yandan da çok sıkışmış ve zorluklar yaşamış bir adamdı. Çocuklarını, ailesini hiçbir şey yapmaya zorlamadığı gibi, onlar için çalışıyordu. Eski dönem terbiyesinden gelse de, değişimlere ayak uydurmuştu. Bu onun için belli ki hiç kolay olmamıştı; ama çocukluk dönemlerinde bunu evlatlarına hiç hissettirmemişti. Bu, Adalet’in babasına en büyük saygı duyma sebeplerinden birincisiydi. İkincisi ise, dürüstlüğü ve çalışkanlığıydı…
(Soldan sağa: Emre Kongar, Adalet Ağaoğlu, İlber Ortaylı)
Edebiyata ilk adımlar
Adalet, şiirler yoluyla edebiyatla arasında bir bağ kurmaya başladığında lise sıralarındaydı. Orhan Veli, ‘Garip’ kitabını ilk Adalet’e imzalı olarak vermişti. ‘Dev Şair’ diye imzalamıştı. Birbirlerini güzele teşvik ettikleri hoş bir arkadaşlıkları vardı. Sonra her gece bir roman bölümü yazıyor, ertesi gün okulda en yakın arkadaşları Leman, Sevim ve Fahire’ye okutuyordu. Kızlar, her sabah heyecanla Adalet’in yazdıklarını tefrika roman okur gibi okuyorlardı. Adalet, durduramadığı bir aşka yazıyordu. Yazıya olan bağlılığını, yıllar yıllar sonra bir röportajda kendine yöneltilen soruda olduğu gibi arkadaşlığını, şöyle ifade ediyordu:
“Arkadaşlık... Öyle bir arkadaşlık ki insan bir kere başladı mı duramıyor artık. Bir yandan da yazarak öğrendiğim kadar hiçbir yerden öğrenmedim. Şimdi öyle bir şey ki yazmak, sigara tiryakiliğinden daha büyük bir tiryakilik. Sahiden. Ben elimden düşürmediğim sigarayı kolayca bıraktım, hiç de aramadım. Fakat yazmayı bırakamadım; tiryakilik o dereceydi. Şimdi yaklaşık son iki yıldır evden dışarı çıkamıyorum, yine de yazmadan duramıyorum. Yazmak, su içer gibi içimden geliyor hep.”
Çok zaman geçmeden de oyun yazarlığına yöneldi ve bu, büyük başarılara atacağı adımların sadece ilkiydi. Profesyonel ilk yazar adımını ise 1946’da, Ulus Gazetesi’nde yayımlamaya başladığı tiyatro oyunları ile attı. Bir üniversite öğrencisiydi. 1948-1950 yılları arasında, yani mezun olana dek şiirlerini Kaynak Dergisi’nde yayımladı. Bir yandan da Fransız kadın dergisi alıyor, kültür hareketlerini takip ediyordu. Yerli ve yabancı yazılar kaleme alıyordu. Üniversiteden mezuniyetinin ardından sınavla eleman aranıyor ilanı üzerine sınava girdi ve 1951-1970 yılları arasında, TRT’de pek çok görevde çalıştı. Hatta ömrü boyunca hep çalıştı. Bir röportajında şöyle diyordu:
“3 kardeşim vardı ve ben “Ben de varım!” demeye getirdim galiba.”
Yine aynı röportajda yazarlığı boyunca süren sorunlarını ise şöyle özetliyordu:
“Benim iki sorunum vardı, cumhuriyet aydınlarıyla çok uğraştım. Çünkü benim yazdıklarım kabul gördükçe özellikle kadın yazarlar tarafından bir takım kıskançlıklarla karşılaştım.”
Adalet, Ankara Radyosu’nda göreve başladığı yıl, ‘Aşk Şarkısı’ adını verdiği ilk radyo oyununu yazdı…
Oyunları ve üzerine çalışmaları
Adalet, bir yandan oyunlarını yazıyor bir yandan radyoda görevlerine devam ediyordu. Bu süreçte tiyatro oyuncusu ve yönetmen dört arkadaşı ‘Kartal Tibet, Nur Sabuncu, Çetin Köroğlu ve Üner İlsever’ ile bir araya gelip Ankara’nın ilk özel tiyatrosunu kurdular. Adına da Meydan Sahnesi dediler. Ardından Meydan Sahne Dergisi’ni çıkardı.
Çalışmaları üzerinde hep bir denge arıyordu ve sürekli öğrenmenin peşindeydi. Tiyatro konusunda bilgi ve görgüsünü artırmanın peşinde, 1953’te Paris’e gitti. Yine bu yıl Sevim Uzungören ile ‘Bir Piyes Yazalım’ adını verdikleri bir oyun yazdılar ve yıl bitmeden oyun, Ankara’da sahnelendi. Bir gün ‘Çatıdaki Çatlak’ adlı oyunu oynanırken yasaklanıp ilk romanını yazmaya yönelene dek oyunlarını yazmaya devam etti. Adeta soluksuz yazıyordu. 60’lar ve 70’lerin önde gelen oyun yazarlarından biri olarak anılmasına yetecek kadar soluksuz.
Ve sonra TRT’de durumların değiştiğini hissetmeye başladı. TRT’nin özerkliğine e konduğunu düşündüğünden 1970’te, TRT Radyo Dairesi Başkanlığı’ndan istifa etti. Edebiyat hayatının bazı dönemlerinde ‘Remüs Tealada’ ve ‘Parker Quinck’ mahlaslarını kullanan Adalet’in, geri kalan azımsanamayacak ömrü boyunca tek uğraşı yazarlık oldu…
Evlendi
Adalet, 1954’te, Mühendis Halim Ağaoğlu ile evlendi. Aslında Adalet evliliğe karşıydı; evlenirken bile. Aynı yastığa 62 yıl baş koydular. Evlilik kararını bir röportajında şöyle anlatıyordu:
“Halim bana evlenme teklif ettiğinde ‘Ben seninle nikahlanmam, seninle aynı evde otururum.’ dedim. O da bana dedi ki, ‘Benim için sorun yok; ama babana inme iner.’ Gittim nikah kıydırdım bu nedenle. Evliliğe baştan karşı biri olarak 62 yıl evli kalmak, hem de yazar olarak, o da düşünen bir insan, ben de düşünen bir kadınım. Böyle çiftler birbirleriyle yapamazlar.”
Sırrını ise, erkeklerin çoğunluk oluşturduğu ailesinde bulamadığını Halim’de bulmasına yoruyordu. Halim, Adalet’in kendisinden önce yazdıklarıyla ilgileniyordu. ‘Bana öyle geliyor ki, Halim benden önce yazdıklarımı sevdi.’ diyordu. Halim, ona hep destek oldu. Adalet de bir an olsun kocasını yalnız bırakmadı, hep onun yanındaydı. Aynı şeyi düşünen iki insandı onlar ve bir araya gelme şansına nail olmuşlardı. Yazarlığı boyunca haksızlıklarla mücadele eden, vazgeçmeyen, dik durmayı seçen bir kadın oldu Adalet Ağaoğlu ve ‘İyi ki aklımın bana söylediği şeyi yapmışım diye düşünüyorum.’ diyordu yıllar sonra. Ve şöyle ifade ediyordu mücadelesini, evliliğini ve şansını:
“Biz gençliğimizde yapılabilecek her şeyi yaptık. Gezmek, yabancı ülkeleri tanımak, tek başıma New York’a bile gittim. Ben İstanbullu yazarlar gibi değilim, yazarlığa başladığımda Anadolu coğrafyasını tanıdım. Bir mühendisle, kara yolcuyla evlenmem benim ayrı bir şansımdır. Çünkü Türkiye dağlarını, tepesini, yollarını gördüm Halim sayesinde. İyi ki düşündüğümüzü yapmışız, çünkü doyduk hayata.”
Öte yandan çocuk yapmamak ikinin de kararı olmuştu. 90 yaşındayken verdiği bir röportajında kendisine yöneltilen ‘Yaşlanmayla barışık mısınız?’ sorusuna yanıtı şöyleydi:
“Yaşlanmayla şöyle barışık olunur: Torunlara bakarlar, kenara köşeye çekilirler. Benim hayatımda fizyolojik engelden başka bir değişiklik olmadı. Yaşlılığı hissedemiyorum. Eskiden ne yapıyorsam gene aynı şeyi yapabiliyorum.”
Evliliği evlenirken bile hiç düşünmemiş Adalet Ağaoğlu, kocası ile arasında bir denge yakalamayı başarmıştı. Bu yazarlığına da hep yansıdı. Öyle ki ‘Halim’e İthaflar’ı yazdı. Kitabın önsözünde de belirttiği gibi aslında ilk romanını Halim’e ithaf etmek istemişti. Ama kocası, ‘Her çıkan kitabının ilk nüshasını bana imzala’ yeter diye karşılamıştı onu. Belki de 62 yılın sırrı, iki tarafın da naif duruşundan hiç vazgeçmeyişindeydi. Adalet Ağaoğlu yıllarca bu rutini sürdürdü.
“Fikrimin İnce Gülü’nü 27 kere imzaladım Halim’e. Başa çıkılır mı bununla? Sonra da bütün bu ithaflar kitap olup Everest Yayınları’ndan çıktı.” diye özetliyordu aslında geçen 62 yılı…
Her şey iyi hoş, çözmüştü de, ‘Ağaoğlu’ soyadı ona çok ağır gelmişti ‘Sümer’ soyadından sonra. Radyo oyunları yazarken ‘Adalet Sümer’ diye bilinen adı, evlenince ‘Adalet Ağaoğlu’ oluvermişti. Kocasını sevdiğinden bir şey dememişti; ama aslında bu soyadı hiç sevmediğini, hele hele Adalet ve Ağaoğlu’nun yan yana gelince tam bir felaket olduğunu düşünüyordu. Ve bunu yıllar sonra anlatmıştı. Bir halk insanı olan babasının ardından Ağaoğlu denmesi ona ağır gelmişti. Aslında sebep babasından kaynaklanıyordu. Bir röportajında şöyle açıklamıştı durumu:
“Çünkü bizim öyle bir sıfatımız yok, babam halk insanı. Ağa oğlu falan değil. Sadece kumaş tüccarı olarak ticaret yapmış ileri gelmiş bir ailenin oğlu. Ağalar ‘sömürgeci’ demektir. İşçileri, ırgatları çalıştıran adama ağa deniyor. Babam işçi gibi çalışan bir adam, yakışmıyordu. Hele ben ömrüm boyunca çalıştım, annem beni iyi bir ev kadını olarak da yetiştirdi, annem titizdi, ben de çok titiz oldum. Memurken evde misafirlere de bakınca annem; kabahat bende, ben seni böyle yetiştirdim, dedi.”
(Eşi Halim Ağaoğlu ile)
İlk romanı ve sonrası
Adalet Ağaoğlu’nun ‘Çatıdaki Çatlak’ oyunu devlet tiyatrolarında sahnelenirken yasaklanmıştı. Sakıncalı bulunmuştu. Sonra kendi kendine şöyle dedi:
“Bizde kimse tiyatro oyunu okumuyor; ancak oynandığı zaman var oluyor. Adalet, roman yaz, ona dokunsalar bile kalır.”
Oysa kendisi yerli yabancı oyunları okumaya bayılıyordu…
Ve karar verdiği üzere ilk romanı ‘Ölmeye Yatmak’ romanını yazdı. 1973’te yayımlandı. Yazdıklarında yenilikten yanaydı. İlk romanını yazmadan yeni bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyordu. Klasik romandan bıkmıştı. ‘İnsanın içinden geçen bir şeyi de başka türlü yazıyorum. Söylenmemiş bir lafı varmış gibi. Bazı okurlara güç geldi ilk zamanlarda.’ diye anlatıyordu nasıl yazdığını. Evet, yapmıştı; romanında şiir de, tiyatro da, mektup da vardı. Eleştirilmişti tabii. Kocası bile ‘Oyunların ne kadar seviliyordu, romanlara neden geçtin?’ demişti ilk tepki olarak.
Çünkü oyunları yasaklanıyordu. Çünkü roman yazarsa kimse bir şey yapamazdı. Çünkü kitaplar toplansa da vardı.
Ancak ilk romanından itibaren yine eserleri yoğun tartışmalara konu oldu. 1979’da ‘Bir Düğün Gecesi’ ve 1989’da yayımladığı ‘Hayır’ romanları, ‘Ölmeye Yatmak’ ile bir üçleme oluşturmuştu. Bu üçleme birçok ödül kazandı. Üçleme tamamlandığında ikinci romanı ‘Fikrimin İnce Gülü’ romanı dördüncü baskısını yapmıştı ve toplatıldı. Bu roman hakkında ‘Askeri kuvvetleri tahkir ve tezyif’ suçlaması ile 1981’de bir dava açılmıştı. Dava iki yıl sürdü ve sonunda Adalet Ağaoğlu aklandı.
Yine ‘Bir Düğün Gecesi’ hakkında da suçlama olmuştu ki, soruşturma aşamasında kaldı. Ayrıca bu romanın Aldous Huxley’den intihal olduğu suçlaması ile karşı karşıyaydı. Uzun tartışmalara sebep olmuştu. Öte yandan üç önemli roman ödülü de almıştı.
Adalet Ağaoğlu bu roman ile 1979’da ‘Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’, 1980’de ‘Orhan Kemal Roman Armağanı’ ve yine 1980’de ‘Madaralı Roman Ödülü’ne layık görülmüştü…
İlk romanı Ölmeye Yatmak’ın adını aslında ‘Ruh Temizliği’ koymayı istemişti. Türkçenin cinsel hayatı da yazmaya yetecek kadar geniş benzetmeleri olan bir dil olarak görüyordu. Oysa o dönem cinsellikle ilgili yazmak isteniyorsa İngilizce ya da Fransızca kullanıyordu. Adalet Ağaoğlu, Divan Edebiyatı’ndaki benzetmelere hayran kalmıştı; elma yanaklı, badem gözlü… Öylesine etkilenmişti ki, bir inada tutuldu; romanını yabancı dil kullanmadan yazacaktı. Bir röportajında şöyle diyordu aldığı eleştirileri anlatırken:
“… Fakat yatmayı, kalkmayı çok anlatıyorum diye yadırgandım. Bir okurum ‘İyi ki hayalen seviştirdiniz onları.’ dedi. Bu da güzel bir algılamaydı. İstenen tarzdı.”
Evet, yadırganmıştı ve bunun kadın olmasıyla ilgili olduğunu düşünüyordu. Daha önce de yaşamıştı. Bir örneğini şöyle anlatmıştı:
“‘Çatıda Çatlak’ı yasaklayan Kültür Bakanlığı’nın müsteşarı “’Bunu yazan evde kalmış bir kız. Hiç kimseyle evlenemez. Aklını kaçırmış.’ dedi. Bunu diyen bir müsteşar. Böyle günler de yaşadım.”
(Eşi Halim Ağaoğlu ile)
Sen Türkiye’nin en güzel kazasısın
Romanları yanında öyküler, mektuplar, deneme ve anı-roman türünde de eserler verdi Adalet Ağaoğlu. 1991’de de onu çeken oyun yazarlığına ‘Çok Uzak Fazla Yakın’ ile döndü…
1996’da ciddi bir trafik kazası geçirmişti. Hastanede tam iki yıl yattı. Can Yücel bu durum üzerine Adalet Ağaoğlu için şöyle demişti:
“Sen Türkiye’nin en güzel kazasısın.”
Bu söz unutulmadı. Hatta 2006’da bir kitaba isim oldu. Feridun Andaç, Adalet Ağaoğlu ile nehir söyleşi tarzında yazdığı kitaba bu ismi verdi.
İntihar yazarı olarak anıldı
Adalet Ağaoğlu, kitaplarından dolayı bir yandan da intihar yazarı olarak anıldı. Kendini yaşama da, ölüme de eşit uzaklıkta hissediyordu. Ve zaman zaman içinde beliren intihar hissine, çaresizlik duygusunun yol açtığını düşünüyordu. Ve kabul etmek gerekir ki, çaresizlik duygusuna çok sık kapılıyordu.
“…Mesela başkasına yardım edemediğim zaman çaresizlik duydum. Hapse girenlerin hapse girmeyi hak etmedikleri için çaresizlik duydum. Bu çaresizlik duygusu beni çare aramaya itti.” diyordu.
Ve ayrıca ekliyordu:
“…İntiharı sadece Türkiye için yazmadım, baktım ki Moskova dahil yurt dışında başka yazarlar intihar etmişler. “Bizde neden yok” dedim kendi kendime. Daha mı düşünüyorlar, daha mı az vicdan azabı çekiyorlar, diye düşündüm. Dışarıdan örnekler verdim. Ben fikir işlerken dışarıdan belge de gösteriyorum.”
Onu kendi intiharından alıkoyan şey ise, ya beceremez de ortada kalırsam kaygısıydı. Ve pek tabii sevdiklerini üzmekten korkuyordu.
Burada hemen anımsıyorum. Bir röportajında Adalet Ağaoğlu’na romanlarını yazarken mutlu olup olmadığı sorulmuştu. Ve yanıtı şöyleydi:
“Mutlu olsam yazar mıydım? Bir şeylerden mutlu olmadığım için kaleme sarıldım.”
Gücünün sırrı
Adalet Ağaoğlu, özgür ruhlu, dik duruşundan hiç taviz vermeyen güçlü bir kadın örneğiydi. Bu gücün sırrını, yılların birikmişliği ile yine de kolay olmadığını söyledikten sonra yanına bir anısını da iliştirip şöyle ifade etmişti:
“Bunun yanıtını vermem kolay değil. Kendi burnumun dikine gittim, yaptım. Bu kadar kendi burnumun dikine gitmeme rağmen 45 yaşına geldiğim zamanlarda bir gün Ankara Radyosu’ndan ayrılmışım evde roman yazıyorum. Yazmanın çalışmak olduğunu bilmeyen babam, ben çalışırken kapıyı çaldı. Kalkıp açtım. Kucağında çiçeklerle çıktı karşıma. Babamın anneme bile çiçek götürdüğünü görmemişim. ‘Kızım sana geldim.’ dedi. Bu hiç unutmadığım anılarımdan bir tanesidir. İçeri aldım, ‘Babacığım bu çiçekler ne güzel, hoş geldin!’ dedim. Çiçekleri kucağıma koydu, boynuma sarıldı ‘Kızım sen beni hiç üzmedin.’ dedi. Bunu unutamıyorum. Kız çocuk olarak o kadar burnunun dikine gidip de babasını üzmeyen biri oldum ben.”
Sonra dönüp kocası ile olan ailesine baktığında, çocuk doğursaydı bu kadar güçlü olamayacağını düşünüyordu. Çocuk büyütüyor olmanın sorumluluğunun olmaması ona bu alanları açmış gibiydi.
Edebiyatta Adalet Ağaoğlu
Edebiyatımızın önemli romancılarından biri olan Adalet Ağaoğlu, pek çok türde eser vermişti. Eserlerinde Türkiye’nin farklı dönemlerini ve bu dönemlerin insan üzerine etkilerini inceliyordu. Ve bunu yaparken yazımında her zaman yeniliklere açıktı.
Yazar Semih Gümüş, Adalet Ağaoğlu için şöyle demişti:
“Onun kitaplarında gereksiz, anlamsız, kıymetsiz tek bir kelime bulamazsınız.”
Bu yorum karşısında Adalet Ağaoğlu’nun düşüncesi yazarın kendi dilini kurcalaması gerekliliği üzerineydi. Yaşamı boyunca çok okumuş ve hep kendi dili ile bir uğraş içinde olmuştu. Bir sözcüğün üzerine dahi uzun uzun düşünüyordu. Çeviriler yapıp dilini kıyaslama imkanı da sunmuştu kendine. ‘Kendi dilinizi çok iyi içmenizi gerektiriyor galiba.’ diyordu.
Bir röportajında bu durumu özetlerken şu örneği veriyor:
“Örneğin ‘bazen’, Türkçe sözlüğe uymuyor. İnce sesliden sonra şu gelmez, bu gelmez diye bakıyorsun. Fakat bazı zamanlar derken ‘bazen’ diye diye halk dilinde oturmuş. Kitabımı yayımlarken ‘Siz hep ‘bazen’ diye yazdınız.’ diyorlar. “Aman dokunmayın, kalsın!” diyorum.”
Ayrıca kitaplarına isim vermede de oldukça iyiydi. 90’nında verdiği bir röportajda, ‘Açık söyleyeyim, şimdi kitaplara konulan adları hiç sevmiyorum.’ diye ince bir itirafta bulunuyordu. Bazen kitabının adını daha en başında, yazmaya başlarken koyuyor, bazen de üzerine uzun uzun düşünüp buluyordu. Ama mutlaka kendisi buluyordu. Kendisi nasılsa güzel bir isim bulduğundan, özellikle yaşamının son demlerine denk gelen kitap isimlerini de bir türlü beğenemiyordu.
Geçmiş ve bugün değerlendirmesi
Adalet Ağaoğlu, gençliğini yaşadığı günlerden bugüne bakınca, orta sınıfın giderek yok olduğunu gözlemliyordu. Bunu dengenin sarsılması olarak görüyordu. Çünkü orta sınıf yoksa, insani yol bulmak da mümkün değil diye düşünüyordu.
Ona göre politik düzende kırılma 12 Eylül’den de önce başlamıştı. Bir röportajında ‘Türkiye solu için önemli bir figürdünüz. Ama bir örgüte, oluşuma girmediniz. Devrimci miydiniz?’ sorusunu şöyle yanıtlamıştı:
“Her zaman cesur olduğum söylendi. ‘Çok cesur yazdınız.’ dediler. Bunu şuna verdim: Halim’le benim çocuğumuz yok. Bir çocuğum olsaydı belki bu kadar cesur olamazdım. Çocukları her gördüğümde onları kucaklamak geliyor içimden. O kadar masumlar ki… Kendi cesaretimin de cevabını aradım ve buldum.”
Adalet Ağaoğlu, Cumhuriyet’in hızlı modernleşmesine de eleştirel yaklaşmıştı. Örneğin, Semih Gümüş’e, ‘Tiyatroda olsun, romanda olsun Batı’ya fazla bakıldığı kanaatindeyim.’ Demişti. Bu bir soruda karşısına geldiğinde şu ifadelerle açıklıyordu Adalet Hanım:
“Bizde beğenilen bir kimse, Batı’dan biriyle karşılaştırılıyordu. O sebeple söylemiş olabilirim. Batılı olmaya, Batılı bakmaya yönelik yetiştirildik biz. Ama Batı’nın da kendi sorunlarının olduğunu zamanla görüp ölçüyorsunuz. Kendime hiçbir zaman devrimci diyemem. Belki edebiyatta yapılmayan şeyleri yapmaya çalıştım. Kendi sorunumdur; tutuldu veya tutulmadı.”
Kökten değişimi tehlikeli buluyordu. Ona göre her şey basitti aslında, sadece her şeye insani değerlerle yaklaşmak gerektiğini düşünüyordu.
Yakın zamana baktığımızda 2010’daki referandumda, ‘Yetmez; ama evet!’ demişti. Evet cephesinde yer alıyor oluşu ile çok tartışılmış, eleştirilmişti. Ve 15 Temmuz darbesi için de yine verdiği bir röportajda Türkiye için bir dönemeç olduğunun altını çizerek şöyle diyordu:
“Tankların karşısına halk kendiliğinden yürüdü, bu kadar uyandı toplum; 15 Temmuz çok önemli bir dönemeç oldu bence. 15 Temmuz gecesi halkın hiçbir şeyden haberi yokken halk, tanklara karşı kendisi yürüdü. Ben 15 Temmuz’u yazsaydım, nelerden geçerek bu hale geldiğini anlatırdım. Kendiliğinden olmuş, manipüle edilmiş değil, bir partinin yaptığı bir şey değildi.”
Son dönemleri
Son dönemlerinde, 91 yaşında verdiği bir röportaja başlarken ‘Nasılsınız?’ sorusunu şöyle yanıtlamıştı Adalet Ağaoğlu:
“Bugünlerde ancak şu cümleyi kuruyorum: Kendimden sıkıldım. Çok sıkıldım. Evde üst üste düşüp ölümden dönmüşüm. Birini tutmadan yürüyemiyorum. O zor; ama onun dışında yaşıma bakarak iyi sayılırım.”
Etrafına keyfi yerinde görünse de, bu aslında sadece onları üzmek istemediğindendi. Yoksa kendinden çok sıkılmıştı, keyfi nasıl yerinde olsundu? 2018’de kaybettiği hayat arkadaşının ardından o, kednini yarım kalmış hissediyordu. Yine de hala çok kitap okuyor, yeni çıkanları takip ediyordu. Edebiyata bunca zaman emek vermiş, gönlünü sermişti. Nereye gittiğini merak diyor, durmadan okuyordu. Ve kitapların daha çok satışı bol konular üzerine yazılması, onu üzüyordu. Roman konusundaki değerlendirmesini ise şöyle yapıyordu:
“Türkçenin kullanımı önemli. Şimdi sokak ağzıyla yazılıyor, herkes dürüst yazıyor; fakat hani yazarların bir kendi üslubu olur, kendi seçtiği kelimeler vardır; onlara pek rastlamıyorum.”
Ve kapitalizmin hayatımızın her noktasına yerleştiği üzerinde durarak anlatıyordu bu durumun sebebini:
“Televizyon her şeyin yerini işgal etti. Kolay bir açıklama oluyor ama yazarlık bile böyle oldu. Herkes ün ve parada. İlk kitabımın ilanını gazetede gördüğümde çok utanmıştım. Şimdi tam tersi; bir an önce köşeyi dönmeyi düşünüyorlar. Kapitalizm yerleşti.”
‘Bir insan 100 yaşında da yaratıcı olabilir.’ Derdi hep Adalet Ağaoğlu. Artık yaşamının ilerlediğini ve sonunu gözlediği dönemlerinde onda su yüzüne çıkan duygu korku olmuştu; yanlış yapmaktan korkuyordu. Daha doğrusu bir yanlış yaparsa bunu düzeltecek zamanı bulamamaktan…
Son dönemlerinde, yazarlığının 65. yılında şahsi kütüphanesini Boğaziçi Üniversitesi Vakfı’na bağışlamıştı. Eşi Halim Bey, sağlığında Adalet Ağaoğlu ile ilgili yazıları bir arata getiren bir arşiv hazırlamış ve bu arşiv 2003’te, Adalet Ağaoğlu’nun yazarlığının 55. yılı anısına, ‘Herkes Kendi Kitabının İçini Tanır’ adı ile basılmıştı…
Adalet Ağaoğlu öldü
Adalet Ağaoğlu, fenalaşarak hastaneye kaldırılmış ve 3 gündür yoğun bakımda tedavi görüyordu. Çoklu organ yetmezliği sebebiyle bugün (14 Temmuz 2020) hayata veda etti. Acı haberi İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (TUDEB), resmi Twitter hesabında şu mesajla duyurdu:
“Türk edebiyatının usta kalemi Adalet Ağaoğlu’nu kaybetmenin hüznünü yaşıyoruz. Başımız sağ olsun.”
Kapısında beklediği ölüm, sonunda gelmişti. Ardında soluğundan dökülmüş şu cümle kalmıştı:
“Ölmeye yatıyorum. Eğer bir sonsuzluk varsa; sonsuzluk olmak istiyorum.”
Edebiyata kaptırdığı gönlü, eserleri, rol model bir kadın oluşu ile bir Adalet Ağaoğlu geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Daha Fazla Yorum Yükle
0 Yorum Yapılmış