Psikoloji denildiğinde akla gelen ilk isimlerden biri Prof. Engin Geçtan. Kendine özgü terapi yöntemleri geliştirmiş, özellikle insan ilişkilerini baz alan kitaplar yazmıştı. Elini attığı her alanda başarı gösteriyor ve her başarısı onu daha da kamçılıyordu.
Öyle ki Amerikalı meslektaşı Irvin Yalom’un Türkiye’deki karşılığı olarak kabul edilecekti. Tıpkı onun gibi kazancı olan ne varsa paylaşmaktan kaçınmadı. Biliyordu, paylaştıkça daha da kazanacak; kazandıkça da çoğalacaktı.
Çocukluğu ve eğitim hayatı
Engin, 12 Ocak 1932’de, İzmir’de dünyaya geldiğinde ailesi ona “İsmail Engin” adını verdi. Etrafına duyarlı, duygusal farkındalığı yüksek bir çocuk olarak yetişti. İleride yaşayacağından, yaşatacaklarından, dokunacağı hayatlardan habersiz küçücük bir çocukken, Engin, hep hayal kurardı; bir gün güzel şeyler yapacaktı…
İlkokula doğduğu topraklarda başladı. Ardından ortaokul, lise… Üniversite çağı geldiğinde şehrinden çıkmaya hazır ve alacağı eğitim konusunda kararlıydı. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olduğunda yıl 1956 idi.
Ufkunu daha da genişletmek, psikoloji alanında kendini geliştirmek istiyordu. Amerika’ya gitti. New York ve Columbia Üniversitelerinde beş yıl sürecek, Psikoloji ve Nöroloji konusunda uzmanlık eğitimi aldı. Genel psikoloji, dinamik psikiyatri, çocuk psikolojisi, nöroloji gibi alanlarda çalışmalarda bulundu. Bir ömür boyu mesleğini büyük bir aşkla yapacak, bir yandan da biriktirdiği ne varsa yazarak paylaşacaktı.
Profesör Engin Geçtan ve kitapları
Geçtan, 1968’de Doçentliğini, 1974’te de Profesörlüğünü aldı. ODTÜ, Ankara, Boğaziçi ve Marmara Üniversitelerinde öğretim üyesi olarak dersler verdi.
Psikiyatri üzerine çalışmak, onun yaşam biçimiydi. Sonunda onu edebiyatla birleştirmeye de karar verdi. Akademik çalışmalarının yanında kendini romancı olarak da kanıtladı.
Psikiyatri üzerine yazdığı kitaplarda, genel anlamda varoluşçu psikiyatri ve psikanalitik düşünce temel konuları idi. Bunun yanında özgürlük, depresyon, birey ve toplum ilişkileri, çocukluk, yaşam ve ölüm gibi varlığın temelinde yer edinmiş kavramları inceledi. Çalışma alanına gönül veren Prof. Geçtan, yaşamın inceliklerine değindiği ve bilgilerini paylaştığı bir hayat yaşadı.
Akıcı bir dille kaleme aldığı eğitsel ve bunun yanında romansı kitaplarını paylaştığında, akademik dünyada yer edindiği kadar, sokaktaki insanın dünyasında da yer bulmuştu.
Kitaplarında insanları ikiye ayırır: Gerçekten yaşayanlar ve yaşamı seyredenler. En büyük öğüdü yaşamak için durmak, düşünmek yerine, hayata karışmak üzerineydi. Sorunlara saplantılı kalmak, sadece o sorunları çoğaltmak demekti. Bu konuda “İnsan Olmak” kitabının 159. Sayfasında şöyle diyordu: “Dünyada iki tür insan vardır: Yaşayanlar ve yaşayanları seyredip eleştirenler. Seyretmek ölümü, katılmak ise yaşamı simgeler!”
Prof. Geçtan’ın ilk kitabı
Prof. Geçtan, 1975’te çıkardığı ilk eserine “Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar” adını verdi.
Odağında insan vardı. İnsanın yaşamı, insanın sorunları, insanın çözemedikleri… İlk kitabının konusu ise, insanı derinine çeken değersizlik duygusuydu. “İnsan kendine değer verebildiği oranda başkalarına da değer verir; diğer insanlara gerçek anlamda değer verdiğini hissettikçe kendisini de değerli bulur” diye geçiriyordu konuyu incelerken.
Prof. Geçtan’a göre, değersizlik, insanın karşısındaki insanları ya kendinden üstün ya da aşağı görmesi haliydi. Kendisiyle barışık olmayan insan, diğerlerini küçümserdi. Çünkü karşısındaki kişiyi kendisinde hoşlanmadığı yönleri yansıtan bir ayna gibi görüyordu. Onları değersizleştirmek, kendilerini düze çıkarmanın en kolay yoluydu. Başkasını küçümsüyordu insan; çünkü kendisinin küçümsenmesinden çok korkuyordu. Bir başkası onu küçümsediğinde, kendisini küçümsemekte olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalacaktı…
Bu duygu, insana bir boşlukta yaşadığı hissiyatını veriyordu. Duygusu ne kadar baskınsa çırpınışı o kadar fazla… Bu kişiler, üstünlüklerini kanıtlamak için güç ve paraya yönelirdi. Çünkü para, insanları harcamanın en kolay yoluydu. Hem kendisine dahi saygı duymasına, duygularını zora sokmasına da gerek yoktu.
Bazısı da kendi yanlışlarındaki dikkati dağıtmak için başkalarının yanlışına odaklanır ve onları acımasızca eleştirirdi. Başka türlü tatmin olmaları imkansızdı çünkü. İçindeki değersizlik duygusunu aşamayan insan, verdiği çabanın sonucunu göremediğinde kopuyordu asıl iç kıyamet. Bu duygunun pençesinden kurtulamayan insan, verdiği bu anlamlı (!) çabanın sonunda saygınlık göremediğinde nedenini de çözemiyordu. İşte bu müthiş bir kısır döngüydü…
İnsan Olmak
Prof. Geçtan’ın ikinci eseri, en çok okunan, onun bunca tanınmasına vesile olan “İnsan Olmak”tı. Kitabında insan olmanın inceliklerini anlatıyordu. İnsanı insan yapan her duyguya değinmişti.
Mesela özgürlük. Özellikle çocuk zamanlarını alması gereken destekten yoksun yaşayan, hatta belki baskı altında yaşayan insan, içindeki fırtınaları bugünden yetişkinliğine kadar taşıyordu. Bu şekilde bir ortamda ya da tam zıttı aşırı hoşgörülü ortamda büyüyen çocuğun ileride kendini özgür hissetmesi oldukça güçtü. Nihayetinde her şeyin fazlası zarardı.
Özgürlüğü keşfedemeyen insan nihayetinde kendini yalnızlığa itiyordu. Prof. Geçtan, yalnızlık için ise şöyle diyordu: “Bir insanın kendi seçimiyle ve ‘geçici’ olarak yalnızlığa çekilmesi çoğu kez yapıcı ve yaratıcı sonuçlar doğurur. Yaratıcı insanlar yapıtlarını ya da buluşlarını ancak böyle yapıcı bir yalnızlık süresinde ortaya çıkarabilirler. Bir başka deyişle, yaratıcı kişi, gerektiğinde yalnız kalabilmekten korkmayan insandır”.
Bir yandan da insan sadece yalnız kalabildiği zaman iç dünyasını keşfediyor ve yaratıcılığı yükseliyordu. Ancak elbette bu bilinçli bir yalnızlık olmalıydı. Yaratıcı olmak istediğinde kendini yalnız bırakan insan, sanat, edebiyat ya da bilimsel alanlarda ürün ortaya çıkarıyordu. Ayrıca bu yalnızlık, acı dolu bir sürece karşılık gelmezdi. Çünkü hissedilen bir çoğalmaktı. İnsan yaratıcılığını geliştirdiği bu anlarda ürettikleriyle bütünleşip çoğaldığını hissederdi. Bir de işin içine umut giriyordu çünkü. Yaptıklarının beğenileceği umudu, her şeye bedeldi.
Bir de sorumluluk vardı. Onun için de şöyle diyordu Prof. Geçtan: “İnsanın kendi sorumluluğunu üstlenmesi, bir başka insanın sorumluluğunu üstlenmesinden çok daha güçtür”.
İlk romanı ve sonrası
Prof. Geçtan, psikiyatri alanındaki çizgisinden ayrılmadan, birikimlerini de heybesinde tutup, ilk romanı “Kırmızı Kitap”ı 1993’te yazdı.
İki ayrı kişinin bir noktada buluşmuş hali gibiydi Prof. Geçtan. Bir yandan bilimsel nitelikli kitaplar yazarken bir yandan da romanlarıyla edebiyat dünyasında tutunacaktı.
1996’da “Dersaadet’te Dans”, 1997’de de “Bir Günlük Yerim Kaldı, İster Misiniz?” ile roman yazmaya devam etti.
Milenyum, Prof. Geçtan için yeni romanlar demek olmuştu. Yeni yüzyıla, 2001’de yayımladığı “Kırmızı Palamutun Kokusu” ile parlak bri giriş yaptı. 2004’te “Tren”, 2008’de “Kuru Su” ile devam etti. Fantastik ögelerden oluşan son romanını “Mesela Saat Onda”yı ise, 2012’de yayımladı.
Hayat
Prof. Geçtan, “İnsan Olmak”tan sonra muhtemelen daha özgüvenli bir tondan yazmaya devam etti. Bu eserini, 1988’de “Psikanaliz ve Sonrası”, 1990’da “Varoluş ve Psikiyatri”, 1998’de ise, “Kim Bilir” adını verdiği kitapları izledi.
2002’de yazdığı “Hayat” adlı kitabında ise, zaman zaman insanların hayatında görülen değişimlerden ve gelişimlerden bahsediyordu. Bize üstesinden gelemeyeceğimiz travmalar yansıtan narsislerden. Onlar için şöyle diyordu: “Narsistik kişilik bozukluğunun en ayrılmaz parçası istismardır. Narsisist, birini yüceltir, sonra da yücelttiği kişiyi acımasızca bir kenara atıverir. Bu olgu, patolojik narsisizmin özüdür”.
Narsis insan, yalanlarıyla, hakaretleriyle karşısındaki insanı yok sayıyordu ve yok sayılmak insanın hayatında bazen onulmaz yaralara sebep olabiliyordu. Çünkü narsistin ne zaman ne yapacağını kestirmek mümkün değildi ve mantık aramaya gerek yoktu. Ancak etkilediği insan da bunu düşünecek konumda değildi. Bu davranışlar, ondan etkilenen insanın zihin düzeninin bozulmasına sebep oluyordu.
Narsis insan, içinde benliğini rahatsız eden yetersizlik duygusunu bastırmak için başkalarına ihtiyaç duyardı. Bu yüzden bir şekilde kendisini karşısındaki insanın hayatının odağına yerleştirip, sonra da onun dengesini sarsıyordu. Karşısındaki insanın ne kadar iyi olduğu, daha önce hangi çıkmazlardan onu çevirdiğinin bir narsis için önemi yoktu; bunu aklında tutmak için harcayacağı enerji boşunaydı. Geçmiş ive geleceğini yok sayan narsis, yalnızca anı yaşıyordu.
Şunu öğütlüyordu özünde Prof. Geçtan: “Şöyle ya da böyle yaşanmalı diye bir model olmadığından, önemli olan insanın kendisiyle dürüst olması ve iç dünyasından gelen sesleri dinlemeyi öğrenmeye çalışmasıdır”.
Prof. Geçtan öldü
Prof. Geçtan, ömrü boyunca mesleğine ve edebiyat dünyasına eşit uzaklıkta durup geniş bir okur kitlesine ulaştı. Bıkmadan usanmadan tüm bilgilerini aktaracağı bir hayatı yaşadı; hep yazdı.
Yazmasının amacını ise şöyle anlatıyordu: “İnsan dünyasını merkez alan bir alanda çalışmış olmamın ve birey olarak yaşadıklarımın ve yaşayamadıklarımın birikimlerini paylaşmak istedim”.
İnsan birikimlerini paylaşarak mutlu oluyordu belki de. Yaşlandıkça biriktirdi; biriktirdikçe yazdı. Ancak yaşlılığın getirdiği olumsuzluklar da vardı, hastalık gibi. Yaşlı bedeni, yaşlılığın getirdiği hastalıklara yenik düştü ve 19 Şubat’ta hayata gözlerini kapadı…
Geriye de yaşadıkları ve yaşayamadıklarının toplamı onca eser bıraktı. Belki de ölümsüzlüğün keşfi böyle bir şeydi. İnsanı kavrayan, insana insan olabilmenin öğüdünü veren, yaşadığımız her duygunun karşılığını anlatan bir Engin Geçtan geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Not:
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Daha Fazla Yorum Yükle
0 Yorum Yapılmış