Ümit Yenişehirli yazdı: ‘Geleneklerimiz’ ne kadar bizim?

Yüzyıllar öncesine dayanan gelenekler ve adetlerin aslında ilk nereden yayıldığı sorusunun cevabını, Ümit Şehirli yeni kaleme aldığı yazı ile veriyor.

Ümit Yenişehirli yazdı: ‘Geleneklerimiz’ ne kadar bizim?

Asırlar ötesinden gelerek varlığını sürdüren gelenekler, adetler, toplumsal hayatın pek çok noktasında görünür halde.

Fazla sorgulanmayan bir ön kabulle de içselleştirilen gelenekler, nesiller değişse de pek değişmiyor, her zaman “bizden” sayılıyor.

Peki, gerçekten öyle mi?

Günlük yaşantımızda yer alan çok sayıdaki gelenek, âdet ve batıl inancın kaynağına biraz yakından bakıldığında, durum oldukça farklı görünmekte. Türk örfüne ait veya İslamî zannedilen birçok şey, tam aksine ya yabancı kültürlerden bize gelmiş ya da İslam akidesiyle taban tabana zıt özellikler taşıyor.

"ATALAR DİNİ"NDE TÜRBELERE ÇAPUT BAĞLANIRDI

Bu fenomenlerin en yaygın olanlarından birisi, Anadolu’da, evliya, dede, eren olarak bilinen kişiliklerin mezarlarının halk tarafından ziyaretlerinde görülmekte. Ziyaretçiler, mezarlara adak olarak çaput bağlamaktalar. Çaputlar, kişilerin dileklerinin gerçekleşmesine katkı yapabileceği düşüncesiyle bağlanmakta. İlahiyat bilgisine sahip yetkin kişilerin aksi yöndeki bütün uyarılarına rağmen, bu gelenek ülkemizin dört bir yanında devam etmekte.

Oysa Müslüman toplumlarda, kabirdeki kişinin ruhuna Fatiha’lar, dualar okunarak gerçekleştirilen söz konusu “İslamî gelenek”, köken olarak İslamiyet’in doğuşundan çok önceki çağlarda da benzer ritüel kalıbıyla vardı. Bu âdet, dinler tarihinde “atalar kültü” başlığıyla ye alan inancın bir yansımasıydı. Atalar dini de denilen bu inançta, eski nesillere tapınma vardı.

Bu dinî inanışta çaput bağlama, hem geçmiş nesillere saygı gösterme hem de onları kızdırıp ortaya çıkabilecek olası kötülüklerinden korunma amacı gütmekteydi. Bu inanç, antik çağlarda var olsa da günümüzdeki pek çok çok tanrılı inançta da canlı bir biçimde yaşıyor. Türkiye dahil birçok Müslüman toplumda ise İslam tarihinde yer almış çok sayıdaki kıymetli zatın kabrine bu pagan gelenek taşınıyor. İslamiyet’te Allah dostlarına, velilere saygı duyulsa da türbe ziyaretlerinin bu denli ritüelistik olması, eski inançların günümüz toplumsal hayatına olan etkisinden kaynaklanmakta.

Bu arada, çaput bağlamanın bir başka versiyonu olan ağaçlara çaput asma ise tabiat tapımının yaygın olduğu devirlerden günümüze kadar ulaşmış durumda. Tıpkı, yine çok tanrılı inanç sistemlerinden tevarüs edilerek dünyada uzun zamandır yaygın olan, son zamanlarda halkı Müslüman toplumlara da sızmaya başlayan, cenaze tören alanına ya da mezara mum dikme âdeti gibi.

CENAZE GÖMME TÖRENLERİ…

Cenazeyle ilgili başka adetlerde de yine eski devirlerdeki birçok inanışın izleri görülebiliyor. Bu çerçevede; ölen kişinin ardından dağıtılan yemekler, kaybedilen yakınların belirli günlerde anılması ve benzeri ritüellerin çoğu, antik çağlardaki çok tanrılı inançlar döneminde ortaya çıkmıştı.

Eski toplumlarda, önemli birisi öldüğü zaman önce bir süre bekletilir, insanların ölünün önünden kortej şeklinde geçmeleri sağlanırdı. Cenaze belli bir yerde bekletilirken, hızlı bir biçimde anıt kabir inşa edilir ya da zaten daha önceden hazırlanmış mezar yapısına defin gerçekleştirilirdi. Özellikle eski Türklerde ise mezarların üzerine “taşata”, “taşbaba”, “taşnene” denilen küçük heykelleri dikme âdeti vardı.

Bazı toplumlarda ise gece cenaze defnetmekten korkulurdu. Bu inanışa göre, “güneş batınca yer mühürlenmekte”ydi. Bu nedenle eğer, gece defin için toprak kazılacak olursa kötü ruhlar dışarı çıkardı. Putperest inanışlara yönelik olarak her vesileyle karşı duruşu ortaya koyan, bu doğrultuda en çok da “onlara benzememe” ilkesini etkin bir biçimde vazeden İslamiyet ise gece cenaze defnedilmesiyle ilgili herhangi bir yasak getirmemişti. Buna rağmen, günümüzde gece defnetmenin neredeyse hiç görülmemesi, sadece örfle alakalı bir yaklaşımdan kaynaklanmakta. Bazı İslam toplumlarında ise gece cenaze gömme halen mevcut.

ANTİK ÇAĞLARDAN GELEN BİR GELENEK: ‘ÖLÜ AŞI’

Eski Türk toplumları ile bazı başka milletlerde ölüm sonrasına ait yaygın bir âdet de “ölü aşı”ydı. Günümüzde ölen kişilerin ardından dağıtılan helva ve yemek, bu eski gelenekten gelmekte. Anadolu’da ölen kişinin, vefatının yedinci, kırkıncı ve elli ikinci günlerinde anılması da yine eski devirlerden günümüzün inanç kültürüne karışan gelenekler. Pagan toplumlarda bu anmalar yapılmazsa, ölülerin ruhlarının öbür dünyaya geçmeyeceğine inanılmaktaydı. Anmaların ardından ise ölen kişinin ruhu, bir daha dönmemek üzere ölüler âlemine gitmekteydi.

Yine, ülkemizde yaygın bir âdet olan, ölümün evden uzak olması niyetiyle ölen kişinin ayakkabısını burunları dışarıya bakacak şekilde kapı önüne konulması da asırlar önce de var olan bir gelenek. Kimi inanışlarda ise ayakkabıları bu şekilde kapı önüne koymak, ölen kişilerin eve geri dönmemesi için bulunmuş bir önlemdi.

GELİNLE DAMADA PARA VE BUĞDAY SAÇMAK

Antik çağların yaygın dinî ritüellerinden bir diğeri de “kansız kurban”dı. Bu inanç uyarınca, “ıduk” adı verilen birçok kutlu varlığı onurlandırmak için besi hayvanları tabiat ortamına başıboş bırakılır, tahıllarla da “saçı” töreni yapılırdı. Bağışlanan bu kurbanlarla ruhların rızasının kazanılacağı, yardımlarına kavuşulacağı düşünülürdü. İşte günümüzde, düğünlerde görülen gelin ve damadın başına para, şeker, darı ve buğday saçılmasının kökeninde de bu pagan gelenek yatmakta.

‘TOPRAK TANRIÇASI UMAY’DAN ‘TOPRAK ANA’YA

Eski toplumlarda su, hava ve toprak kültleri yaygındı. Antik Yunan ve Roma’da görülen toprak tanrıçalarının benzeri Kuzey toplumlarında da vardı. Avrasya coğrafyasında ise Umay adı verilen bir tanrıçanın, toprakla ilgili pek çok şeyi gerçekleştirdiğine inanılmasının yanı sıra, çocuk sahibi olmak isteyen kadınlara yardım ettiği düşüncesi de yaygındı. Kadınlar, çocuk sahibi olma dileklerinin Umay’a ulaşacağı inancıyla ağaçlara çaput bağlarlardı. Zaman içinde Umay’a “Toprak Ana” da denmeye başlamıştı. İşte bugün, popüler kültürde, hâttâ akademi ve medya çevrelerinde sıkça kullanılan toprak ana tabiri, antik çağlardaki toprak tanrıçası Umay’dan günümüze ulaşmıştı.

Yeni doğan bebeklerin göbek bağının, gelecekte iyi bir meslek sahibi olması amacıyla uygun görülen yerlerin bahçesine toprağa gömülmesi âdeti de yine Umay’ın etrafında oluşturulan batıl inanç halesinden günümüze kadar gelen ritüellerden bir diğeri.

SENİ LEYLEKLER GETİRDİ YAVRUM

Dünyadaki birçok toplumda olduğu gibi Anadolu’da da çocukların, dünyaya nasıl geldiklerine ilişkin sorularına verilen, “Seni leylekler getirdi yavrum.” şeklindeki ünlü cevap da eski çağlarda insan ruhunun kuş şeklinde olduğuna yönelik inançla ilişkili. Mitolojik kaynaklar ile bazı antik dönem heykellerinde, leyleğin toprak ananın bir yansıması oluğu inancını yansıtan kayıtlar mevcut. Yine, Umay’ı dişi leylek motifi şeklinde tasavvur edip, bu tasavvuru heykelleştiren anlayışa göre, “kutsal leylek” bebekleri korumaktaydı. Günümüzde ölen kişinin ardından “uçtu” ya da “göçtü” denmesinin kökeninde de insan ruhunun kuş biçiminde algılanması yatmakta.

ESKİ DİNLERDE AT NALI VE ŞANS

At; eski devirlerde, devrinin en güçlü taşıma aracı olan bir binek hayvanıydı. Bu özelliğinden dolayı da birçok eski toplumda olduğu gibi antik Cermen, Yunan ve Roma toplumlarında ata büyük bir değer verilmekteydi. Zaman içerisinde de putperest inançların etkisiyle ata kutsiyet atfedilmeye başlanmıştı. Buna göre at, düşmanları yok ediyor, muhtemel kötülükleri de önlüyordu.

İskandinav toplumlarında ise ata tapınılmaktaydı. Roma İmparatoru Caligula da en sevdiği atını “konsül” (imparator yardımcısı) ilan etmiş, ayrıca “yardımcısına” altından bir ahır yaptırmıştı. Bu çerçevede, bu kutsal hayvana ait bir obje olan nal, kötülüklere karşı koruma sağlayan bir sembol, bir biblo olarak kullanılmaya başlamıştı. Yunan ve Roma evlerinin kapı girişlerine uğur getirilsin diye at nalı asılmasının kökeninde bu inanış vardı.

SADECE APTALLAR İNANIR

Hıristiyanlığın doğuşu sonrasında da toplumdaki at nalının uğur getirdiğine ilişkin inancın geriletilememesi üzerine birçok din adamı hiciv yüklü tepkiler ortaya koymuşlardı. Hristiyanlığın ilk asırlarında yaşayan rahip Banier, yazdığı kitapta, “Rabbe dua etmediyseniz üzülmeyin. Bildiğim bir başka yöntem de kapınızın eşiğine bir at nalı çakmaktır. Böylece her türlü kötülükten korunursunuz! Buna sadece aptallar inanır. Maddiyata aşırı değer verdiğinizden şansa tapmanıza şaşmamalı. Zenginlikleri dağıtan İlahi Bir İrade’ye inanmak yerine, her zaman tuhaf törenleri olan, karanlık, belirsiz hayalî varlıklara inanıyorsunuz.” satırlarına yer vermişti. At nalı asmak, bugün de birçok toplumda varlığını sürdüren bir adet.

Bu arada, Yunan ve Roma mitolojilerinde, Fortuna adında bir şans tanrısı da bulunmaktaydı. İnsanlara şans, para, sağlık vb. getirdiğine inanılan bu tanrı, toplumdaki en içten, en coşkulu şekilde tapınılan tanrıydı. İnsanlar, kendilerini kolay para kazanmayla buluşturacak Fortuna’ya gereken saygıyı fazlasıyla gösteriyordu. Romalı düşünür Fronto, “Şans için bin tapınak inşa ettik, akıl için ise bir tane bile inşa etmedik.” diye yazmıştı. Bu arada, “Roma’nın günah şehri” Pompei, Vezüv yanardağının patlamasıyla birlikte, şans tapınakları da dahil olmak üzere yerle bir olmuştu.

NAZAR BONCUĞU VE ‘TÜ-TÜ-TÜ’ MAŞALLAH

Günümüzde de yaygın bir inanış olan göz değmesi, bu olumsuzluğa karşı da kurşun döktürmek, nazar boncuğu takmak da gene geçmiş devirlerden miras. Eski çağlarda, “kötü ruhlar şansı çalmakta”, bunu geri almak için de kurşun döktürülmekteydi. Kurşun dökülürken oluşan ısı, patlama sesi gibi etkilerin ise kötü ruhları korkutup kaçırdığına inanılmaktaydı.

Mavi boncuk ise kötü bakışlara karşı bir önlem olarak düşünülmekteydi. Özellikle eski Türklerde yaygın olan bu inanışta mavi taş kullanılmasının nedeni ise Türkler arasında mavi gözlü olanlara çok nadir rastlanmasıyla ilintiliydi. Az denk gelinen mavi gözlü insanların “özel” olduğuna inanılır, onlardan çekinilir, bakışlarının kötü sonuçlar doğuracağı düşünülürdü. Bu çekinceyle de mavi göze karşı mavi renkli nazar boncuğuyla önlem alınmaya çalışılırdı. Mavi renk ve göz figürü, bu inanışın sembolleri olarak ortaya çıkmıştı.

Yine, beğeniyle bakılan canlı veya cansız varlığa doğru “tü-tü-tü” denilmesi de çevrede olduğuna inanılan kötü varlığı uzaklaştırma çabasından kaynaklanmaktaydı. İslam inancında ise nazarın varlığı kabul edilmekle birlikte, buna karşı batıl inanışlara sapılması yasaklanmış, sadece Allah’a sığınılması, bu çaba doğrultusunda dualar edilmesi münasip görülmüştü.

Bunlardan başka; kötü kişileri kendinden uzak tutmak için el figürlü gümüş biblolar, tek sayıların şansı, ruhlar rahatsız olur diye gece tırnak kesmemek, tarlalardaki zararlı lavraları yiyen uğur böceklerinin uğuru, kötü ruhların içinde barındığı kara kedi,13 sayısının uğursuzluğu, hapşırınca açılan ağızdan şeytanın ruhu çalmaması için hapşırana “Çok yaşa!” demek, yeni doğan bebeğin yanına koruma için tuz koymak, köpek ulumasının kötülüğü ve daha sayısız batıl itikat varlığını sürdürüyor. Antik çağ dinlerine ait, paganizm kalıntısı bu mitler, hurafeler aramızda dolaşıyor.

- Hande Altar, “Eski Türk İnanışlarının Hayatımızdaki İzleri”, Bilim ve Ütopya Dergisi, Aralık 2016

- Robert M. Lawrence, “At Nalı Sihri ve Diğer Halk Bilgileri”, Proje Gutenberg e-kitap, Salt Lake City 2018

Avatar
Yorum Sıralaması →

Henüz yorum yapılmadı.

Sitemiz, deneyiminizi iyileştirmek amacıyla KVKK ve GDPR kapsamında çerezler kullanmaktadır. Sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş olursunuz. Detaylı bilgi için tıklayın.