Ümit Yenişehirli yazdı! Osmanlı diplomasisi: Batılı elçiler yere kapaklanırdı
Yusuf Balıkçı

İsrail’in soykırıma ayarlı saldırılarından Ukrayna – Rusya savaşına, bölgemiz ve Suriye’deki gelişmelerden Kuzey ve Güney Kore arasındaki gerilimlere kadar dünya üzerinde pek çok savaş, anlaşmazlık ve niza var.

Bütün bunlar operasyonel askeri hareketliliklere neden olurken, diplomasi de kendi alanında yol almaya çalışıyor.

Diplomatlar; masalarda, toplantılarda, baş başa buluşmalarda kendi tarzlarınca görüşmeleri sürdürüyorlar.

Dünya üzerindeki ilk devletlerle başladığı kabul edilen diplomasinin tarihinde ise genel, formel, standart bir işleyiş olsa da zaman içinde bazı ülkelerin kendine özgü stilleri de oluşmuştu. Uluslararası ilişkiler sahasında Osmanlı İmparatorluğu’nun da çok özgün bir diplomasi tarzı vardı.

OSMANLI YÜKSELİŞE GEÇİNCE…

Ortaçağ zihniyetinden kurtulma sürecine giren Avrupa ülkelerinde entelektüel faaliyetler hız kazanmış, antikite merakı, sanat hareketleri, edebiyat ve tarih çalışmaları gelişmeye yüz tutmuştu. Peşi sıra bilim ve teknoloji alanındaki ilerlemelerin yardımı ve sömürgecilik motivasyonuyla coğrafî keşiflere yöneliş de başlamıştı.

Öte yandan, doğu milletleri içerisinde en gelişmişler İslam toplumları, özellikle de Osmanlılardı. İşte, bütün bu nedenlerden dolayı başşehir İstanbul’da yabancı elçiliklerin sayısı giderek artmakta, sık sık da Avrupalı diplomatlar görüşmeler için gelmekteydi. Osmanlı İmparatorluğu’na farklı sebeplerle Avrupa’dan her yıl pek çok başka insan da geliyordu.

Bütün bu Avrupalılar peş peşe seyahatnameler kaleme alıyordu. Seyahatnameler, hatıratlar Avrupa’da büyük bir ilgi görmekteydi. Batılıların Osmanlılara yönelik duyguları; korku, kıskançlık ve hayranlıkla karışıktı. Mohaç Zaferi ile Macaristan’ın Osmanlı hâkimiyetine girmesi ve Viyana kuşatması ise Avrupalıların korku ve kıskançlığına tavan yaptırmıştı.

PADİŞAHLA GÖRÜŞEBİLMEK İÇİN AYLARCA BEKLERLERDİ

Osmanlı mülkünü gezen gerek elçiler gerekse başka kesimler, Müslüman Türklere karşı öfkeyle doluydular. Roma ve Bizans eserlerinin Türklerin eline geçmiş olmasından dolayı büyük bir hayal kırıklığı ve hınçla doluydular. Onlara göre; kendileri “doğru din”deydiler, Türkler ise “sapık bir din”e mensuptu ama böylesi başarılar gene de Müslümanların oluyordu.

Zaten padişah da “Büyük Şeytan”dı! Bütün bu kin dolu bakışlarına rağmen Batılı elçilerin, padişah ya da diğer Osmanlı yetkilileri tarafından görüşmeye kabul edilmek için bazen aylarca İstanbul’da bekledikleri oluyordu. Müslüman ülkelerin elçileri ise birkaç istisna dışında bu muameleye maruz kalmıyordu.

DİPLOMATLARI “ELÇİ HANI”NDA BARINDIRIRLARDI

Avrupalı elçiler “Elçi Hanı” denilen Divanyolu’ndaki bir yerde misafir edilmekteydiler. Elçilerin en ufak bir harcama bile yapmasına müsaade etmeyen Osmanlı idaresi bu kuralı, elçilik heyeti Osmanlı hududundan girdiği andan itibaren işletiyordu.

Osmanlılar ayrıca; elçileri etkilemek, korkutmak, istedikleri sonucu almak için çeşitli yollara da başvuruyorlardı. Bilhassa Avusturya elçileri için, hudut boylarından getirilen esirler, kafileler halinde bando eşliğinde “Elçiler Hanı”nın önünden geçirilirdi. Böylesi gösterilere maruz kalan elçiler de ülkeleri için aleyhte hükümleri olsa bile bir an önce barış anlaşması imzalayabilmek için çaba gösterirlerdi.

MUHAFIZLAR ELÇİYİ KOLLARINDAN SÜRÜKLEYEREK HUZURA GETİRİRDİ

Padişahların elçi kabullerindeki vakur duruşu ve onlarla konuşmamaları da elçileri etkiliyordu. Padişahlar elçileri, Arz Odası’nda kabul ediyorlardı. Bir sürü etkileyici protokol kuralından sonra Arz Odası’na elçi ve ancak birkaç kişilik maiyeti girebiliyordu.

İki kapıcıbaşı, kollarından tuttukları elçiye padişahın önünde yer öptürüyor, elçi diz çökmüş vaziyette kralının mektubunu okuyor, divan tercümanı bunu özetleyerek veziriazama anlatıyor, veziriazam da bir iki cümle ile konuyu padişaha aktarıyordu.

Eğer padişah, elçinin mensup olduğu devlete tepkiliyse öfke ve şiddetle onlara, “Bre mel’un”, “Bre Yanko kâfiri” vs. şeklinde hitap ediyor ve elçilerin anlattıklarını dinlemiyordu. Ortamdaki mütehakkim tavır elçileri çok korkutuyordu. Bu tutum zaman zaman alt kadro görevlilerde de görülebilmekteydi.

Bir keresinde Girit Sadaret Kaymakamı, savaşta Fransızların Venedik’e yardım etmesine öfkelenerek, Fransız elçiyi tokatlamıştı. Fransız yetkililer aralarında, bu duruma karşı sert tepki gösterilmesini tartışmışlarsa da sonuçta hareketin sineye çekilmesi görüşü ağırlık kazanmıştı.

ELÇİLER SADRAZAM ETEĞİ ÖPMEK İÇİN YARIŞIRLARDI

İstanbul, o asırlarda tam bir diplomasi mahşeriydi. Fransız tarihçi Albert Vandal, bu durumu, “En medenî milletlerden en barbarlarına kadar dünyada her devlet, askerî gücünden korktukları Türkiye’nin karşısında eğiliyor ve Türklerle hoş geçinmeye çalışıyordu. İstanbul, her milletin diplomatlarıyla dolup boşalan bir merkezdi.

Büyükelçiler, sadrazamın eteğini öpmek ve padişahın huzurunda yere kapanmak için acele ediyor, birbirlerini yiyorlardı. Bir tarafta hükümdarının ‘halife’ sıfatını taşıyan padişaha yüksek saygılarını sunan Buhara elçisi, diğer tarafta tantanada birbirlerinden geri kalmamak için her şeyi göze alan Almanya imparatorunun ve Polonya kralının elçileri görülüyordu.” satırlarıyla anlatmıştı.

TÜRK ASKERLERDEN ALMAN ELÇİSİNE: YAZA VİYANA’DA GÖRÜŞÜRÜZ

Alman İmparatorluğu elçisi Ogier Ghiselin de Busbecq, Türk yetkililere görüşmelerine ilişkin yaşadıklarını yazarken hayranlığını ifade etmiş ama bir yandan da korktuğunu dile getirmişti. Semiz Ali Paşa’yla görüşme öncesi “zekâsı keskin olsun” diye yemek yemediğini anlatan Busbecq, Ali Paşa’nın, “Padişah hazretleri (Kanunî) akşam bana, ‘Viyana’yı almadan ölmek istemiyorum’ dedi.” şeklindeki sözlerini tedirginlikle not almıştı. Elçi ve beraberindekiler, kimi Osmanlı askerlerinin bir vesileyle yanlarına gelip, “Yaza Viyana’da görüşürüz.” demelerinden de tedirgin olmuşlardı.

Nointel Markisi’ne eşlik eden ve Osmanlılardan nefretini her vesileyle dile getiren Antoine Galland da Türklerin diplomatik müzakere tarzına ve Türk ordusuna hayranlığını gizleyemeyenlerden biriydi.

Galland anılarında; hayatında, IV. Mehmed’in sefere gitmek üzere Edirne’den çıkışındaki ihtişam ve hayret verici debdebenin güzelliğine yaklaşacak hiçbir şey görmediğini itiraf etmişti. Alman general Helmuth Von Moltke de anılarında, “Bizim askerlerimize de Türk kılığı giydirilseydi onların da muhteşem bir görünüşleri olurdu.” diye yazmıştı.

MÜSLÜMANLAR FAKİR AMA BİZE KİBİRLE BAKIYORLAR

Türkiye’ye gelip hem ticarî işlerini yürüten hem de sanat, tarih ve dinler üzerine araştırmalar yapan, sık sık Osmanlı yetkilileriyle görüşen, ülkesine döndüğünde de resmi yetkililere bilgiler veren, bir tür günümüzün fahri konsolosları gibi faaliyet yürüten Hans Dernschwam ise Osmanlı diplomatlarının da kendi halinde Türklerin de Hıristiyanlara karşı gururlu duruşlarından rahatsız oluyordu.

Dernschwam anılarında, kimi köylerden geçişleriyle ilgili olarak, “Fakirlik var. Ben bu küçük dam evlerin üzerinden atımla geçebilirim ama buralarda oturan Türklerin bize bakarkenki gurur ve çalımlarından yanına varılmaz.” satırlarına yer vermişti. Dernschwam, eşlik ettiği kimi resmi görüşmelerde, Türk askerlerinin Hıristiyan subay ve yetkililere selam vermemelerinden de esefle söz etmekteydi.

YEŞİL MÜSLÜMAN RENGİ, HIRİSTİYANLAR GİYEMEZ

Osmanlı İmparatorluğu, padişahtan halk kitlelerine kadar Avrupalıları, İslam’la şereflenememiş, Müslümanlara da taassupla düşmanlık sergileyen bir topluluk olarak görmekteydi.

Osmanlı ordularının, fetihlerle ezici bir şekilde zafer kazanıp yine de kimsenin inancına karışmamasına rağmen, Hıristiyan Batı’nın tam tersine çeşitli vesilelerle Müslümanlara layık gördükleri insafsız tutumlar, Müslümanlığa karşı takındıkları fanatik anlayışları Osmanlılarda tepkilere yol açmaktaydı. Bu nedenle de bulunan her vesileyle İslam’ın üstünlüğü, Müslümanların özgüveni sergilenmekteydi.

Bu çerçevede, Batılı elçilerin Osmanlı sınırları içerisinde yeşil renkli kıyafet giymeleri yasaktı. Elçi ve beraberindekiler “Müslüman rengi” olduğu gerekçesiyle yeşil renkli giyinmemeleri hususunda uyarılırlardı. Bu yasak, diplomatik ilişkiler haricinde başka gerekçelerle ülkeye gelen diğer Hıristiyanlar için de geçerliydi.

ELÇİLİK ÇALIŞANLARI KAÇIP KAÇIP MÜSLÜMAN OLUYORDU

İstanbul’da mukim bazı elçilerin ise en büyük endişelerinden birisi de yanlarında çalışan Hıristiyan görevlilerin Müslüman olmasıydı. Elçilik mensubu askerler, kâtipler, seyisler, hizmetkârlar fırsat buldukça kaçıp Müslüman oluyorlardı. Osmanlılar da Müslüman olanlara yardım ediyor, onlara kendi ülkesindeki makam ve mevkiine uygun iyi maaşlı bir paye ve rütbe veriyor, büyük hürmet gösteriyorlardı.

Elçiler ayrıca, her gittikleri yerde savaş esirlerinden, devşirmelerden ve Türk korsanların Akdeniz’de yakaladıkları Hristiyanlardan Müslümanlığa geçmiş yüzlerce insanla karşılaşıp şaşırıyorlardı. Aynı dili konuştukları bu yeni ihtida etmiş Müslüman soydaşlarının kendilerine yüz vermemelerine ve onlara yukarıdan bakmalarına da bozulmaktaydılar.

- Prof. Dr. Mehmet Ali Ünal, “XVI. Yüzyıldan XIX. Yüzyıla Avrupalı Seyyahlarda Türklere Karşı Nefret ve Hayranlık”, Türk Yurdu Dergisi, Haziran 2013