Geçmişten günümüze misafir ağırlamak kültürümüzün önemli parçalarından biridir. Muhabbete doyduğumuz, kendimizi bulduğumuz, evimizi şenlendiren ve bereketlendiren misafir sofraları bize Hz. İbrahim'den miras kalmıştır.
Çünkü Hazret-i İbrahim, misafiri ve ikramı çok seven bir peygamberdi ve biz de onun bu özelliğini kendi kültürümüze uyarlamıştık.
Gerçekten misafir ağırlamak, insanları yedirmek, içirmek büyük bir sevap ve bereket kapısıdır. Bir rivâyette; “Misafir on rızık ile gelir. Birisini yer, dokuzu ev sahibine kalır.” buyrulmak sûretiyle misafirin maddî ve mânevî nasıl bir bereket kaynağı olduğu bildirilmiştir.
Asr-ı saâdette yaşayan o kutlu sahabîler; çoluk çocuğunu aç bırakma ve kendileri de aç yatma pahasına misafirlerine ikramda bulunmayı bir şeref ve vazife olarak görmüşlerdi. Çünkü misafiri memnun ettirmek, Allâh’ın rızâsına ulaşmanın yollarından bir tanesidir.
Misafir ağırlamak için, illâ mükellef sofralara gerek yoktur. Evde ve elde ne varsa, o ikram edilir. Bu ikrâmda asıl olan, gönülden sunmaktır. İsterse, bir bardak su, bir tas çorba olsun hiç önemi yoktur.
Misafirperverlik, bizim kültürümüzün de en önemli değerlerinden bir tanesidir. Her evin kapısı ve sofrası misafirlere açıktı. Köylerde “köy odaları” olur, yabacı misafirler orada ağırlanırdı.
Şu dönemde misafir ağırlamak bir külfet, ağırlık, yorgunluk olarak görülebiliyor. Bunun başlıca sebebi evde olanın dışına çıkıp, abartıya, gösterişe ve maddiyata kaçılmasıdır. Esasen misafir ağırlamaktaki amaç, evdekini, elde olanı paylaşmaktır.
HZ. iBRÂHİM'İN MİSAFİR SEVGİSİ
Hazret-i İbrahim “Halîlullah” -aleyhisselâm- misafiri ve ikramı çok seven bir peygamberdi. Sofrasında misafiri olmadığı zaman üzülürdü. Bir defasında misafirsiz sofraya oturmayacağına yemin etmişti. Hikmet-i ilâhî, evine tam bir ay misafir gelmemişti. O da yemînine binâen sofra kurdurup yemek yememişti.
Bu duruma son derece üzülen İbrahim -aleyhisselâm- misafir aramaya koyuldu. Evinden epeyce uzaklaşmıştı. O sırada uzaklarda bir adam gördü. Adama doğru giderek bu ıssız yerde ne aradığını sordu. Adam cevâben:
“-Soframa buyur edeceğim bir misafir arıyorum.” dedi ve ekledi: “Misafirsiz yemek yemeyeceğime nezrettim. Evime tam üç aydır misafir gelmedi. Ben de misafir aramaya çıktım. Allâh’a şükürler olsun ki, seni buldum. Haydi, buyurun da evime gidelim.”
Halîl İbrahim -aleyhisselâm- hayrete düşmüştü. Kendisi evinde bir aydır sofra kurdurmamıştı, ama karşısındaki adam, tam üç aydır sofraya oturmamıştı. Birlikte eve gittiler. Allâh’ın verdiği nimetlerden yeyip içtiler. Ayrılma vakti geldiğinde “Halîlullah” -aleyhisselâm- ev sahibinden kendine duâ etmesini istedi. Ev sahibinin cevabı manidardı:
“-Ben uzunca zamandır dua etmeyi bıraktım. Bundan sonra duâ etmeye utanıyorum.”
Halil İbrahim -aleyhisselâm- neden duâyı terk ettiğini sorduğunda şu cevabı verdi:
“-Yıllardır Rabbimden, «Yâ Rabbi! Senin dostun, peygamberin benim zamanımda yaşıyormuş. Fakat ben onu göremedim. Ne olur onu bana göster!» diye çok niyazda bulundum. Ama duam bir türlü kabul olunmadı. Ben de Allah (cc) benim dualarıma icabet etmiyor düşüncesiyle duâ etmeyi bıraktım!” dedi.
Adamı dinleyen Halîlullah; “Müjdeler olsun sana ey güzel insan! Allah senin duânı kabul buyurdu. İşte senin görmeyi murat ettiğin Halîl İbrahim Peygamber benim!.. Demek senin duân kabul olduğu için, Allah beni tâ buralara kadar getirip seninle görüştürdü!” dedi.
HALİL VE İBRAHİM KARDEŞLERİN HİKAYESİ
Sofralarda dua edilirken, 'Halil İbrahim bereketi olsun' denildiğini duymuşsunuzdur. Bu dua bizlere şu hikayeden miras kalmıştır.
Halil İbrahim sofrası deyiminin bir diğer anlamı ise Halil ve İbrahim kardeşler arasında geçen bir olaydan ortaya çıkmıştır. Bu iki kardeş birlikte çalışıyormuş. Büyük olan Halil evliymiş ve çocuğu varmış. Küçük kardeş İbrahim bekârmış.
Her mahsul mevsimi sonunda iki erkek kardeş ürünlerini ve kazançlarını eşit olarak bölüşürlerdi.
Günün birinde bekâr kardeş kendi kendine:
“Ürünümüzü ve kazancımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil. Ben yalnızım ve pek fazla ihtiyacım yok” dedi.
Böylelikle, her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin evindeki tahıl deposuna götürmeye başladı.
Bu arada evli olan kardeş, kendi kendine:
“Ürünümüzü ve kazancımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil, üstelik ben evliyim, bir eşim ve çocuklarım var ve yaşlandığım zaman onlar bana bakabilirler. Oysa kardeşimin kimsesi yok” diyordu.
Böylece evli olan kardeş her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin tahıl deposuna götürmeye başladı. İki erkek kardeş uzun süre ne olup bittiğini bir türlü anlayamadılar; çünkü her ikisinin de deposundaki tahılın miktarı değişmiyordu.
Sonra, bir gece iki kardeş gizlice birbirlerinin deposuna tahıl taşırken çarpışıverdiler. O anda olan biteni anladılar. Çuvallarını yere bırakıp birbirlerini kucakladılar.
İşte bu iyi niyetli davranışlarından dolayı Allah da onların kazançlarına bereket ihsân etti. Halil İbrahim bereketi sözü bu olaydan dolayı söylenir oldu...