Sultan 2. Abdülhamid’ın oğulları içinde biri vardı ki, kelimenin tam manasıyla gözdesiydi: Şehzade Mehmed Burhaneddin Efendi. Onu Cuma selamlıklarına giderken arabasında karşısına oturtacak kadar, hatta adını günümüzün gözde tatil mekânlarından Burhaniyeilçesine ve adına Üsküdar’da cami yaptırdığı Burhaniye semtine verecek kadar severdi.
Burhaneddin Efendi’nin Mehmed Fahreddin ve Osman Ertuğrul adlarında iki oğlu dünyaya geldi. 1968 yılında New York’ta vefat eden Fahreddin’in bir yaş küçük kardeşi Osman Efendi İstanbul’da 2009 yılında 95 yaşında vefat edinceye kadar hanedan reisliğini üstlenmişti. Sürgünden beri vatansız olarak kalan Şehzadeye 2004 yılında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın devreye girmesiyle TC vatandaşlığı verildi ve Türkiye’ye gelmesi sağlandı.
Osman Efendi ile aynı yıl tanışmış, kendisine vefatından kısa bir süre önce eşi Zeynep hanım vasıtasıyla bazı sualler göndermiştim. Cevaplandırma lütfunda bulunarak fakiri bahtiyar etmişlerdi.
Sadece bir hanedan üyesi değildi Osman Efendi; çok okuyan, geniş kültürlü bir entelektüel olarak fikrî değerlendirmelerde bulunmaktan katiyen çekinmezdi. Mesela Sultan Abdülhamid’in ‘Kızıl Sultan’ olarak yaftalanmasını hazmedemez, itiraz ederdi.
Gazeteci Aslı Aydıntaşbaş’ın 23 Temmuz 2004 tarihinde Sabah gazetesinde neşredilen söyleşisinde tavrını net olarak ortaya koymuştu. Osman Efendi dedesinin adının Cumhuriyet döneminde “istibdat” ve “baskı” ile beraber anılmasından fena halde rahatsızdır. Şöyle demiş:
“Büyükbabam kadar karalanmış biri yoktur herhalde. Kızıl Sultan olarak Ermeniler tarafından binlerce kişiyi öldürmekle suçlandı. Oysa 33 yıllık iktidarında yalnız iki ölüm fermanı imzaladı. O da tahta ilk geldiğinde. Birilerini cezalandırmak istediğinde Avrupa’ya ya da sancaklara sürgüne gönderirdi. Çoğunlukla sürgüne giderken büyükelçi unvanıyla giderdi ya da vali veya bürokrat yapılırdı.”
Aynı söyleşide Türkiye’nin “İslam blokunda lider” olmasını arzulayan da, “Ortadoğu’ya barış gelmesinin birinci şartı, İsrail’in Filistin topraklarından çıkmasıdır” tespitini yapan da, “İslam dünyasının başına geçersek fevkalade olur”, hatta bunu yapsa yapsa “Ak Parti hükümeti” yapabilir diyen de aynı 90’lık şehzadeydi. Yine aynı söyleşiden öğreniyoruz ki, merhum, “Türkiye’nin global olarak aktif bir rol oynayabilmesi için öncelikle Osmanlı ve İslam geleneğiyle barışması gerektiğini düşünüyor” imiş. Osman Efendi’nin Sultan Vahdettin’in hain olmadığını açık açık savunduğunu da öğreniyoruz. Bir yerde demiş ki:
“Sultanlara vatan haini diyorlar. Ne Vahdettin, ne de Reşad vatan haini değildi. Hepsi ülkelerini sevdiler. İnsanlar Mustafa Kemal'i Samsun'a gönderenin Sultan Vahdettin olduğunu unutuyor. İstanbul işgal altındayken özel izni o aldı. Mustafa Kemal Samsun'a hareket etmeden önce Dolmabahçe Sarayı'nda bir araya geldiler.”
Gazetecinin Sultan Vahdettin’in İngiliz gemisiyle kaçtığını hatırlatması üzerine verdiği cevap ise birilerinin kulağına küpe olacak cinstendi:
“Bir kere Fransız ve İngiliz gemilerinden başka gemi alınmıyordu İstanbul'a. İkincisi, aile çok önemli bir karar almak zorundaydı. Kalsaydı iç savaş çıkacaktı. Devrim taraftarları ve padişah taraftarları vardı. Sultan Vahdettin binlerce insanın yok olmasını önlemek için önemli bir karar verdi. Kalsaydı muhakkak saltanat taraftarları diğerleriyle savaşacaktı.” (Sabah, 22 Temmuz 2004)
Ancak satır arasına sıkışmış bir cümlesi vardı ki, o muhalif tavrın (ailenin hafızasına sinmiş derin kırgınlığın mı demeliydim?) çarpıcı bir tezahürüydü.
Öte yandan kendisiyle konuşan hanım gazeteci üzerinde bıraktığı izlenim şudur:
“Osman Efendi'yle sohbetlerimizde Mustafa Kemal konusunda karmaşık duyguları olduğu izlenimini ediyorum. Eşinden yaşça epeyi küçük olan Zeynep Hanım gururla “Ben cumhuriyet çocuğuyum. Allah razı olsun Mustafa Kemal'den” diyor. Osman Efendi ise daha temkinli. Atatürk'ü kalbinin derinlerinden sevmese bile saygı duyuyor. “Ailemiz için çok kötü oldu ama Türkiye için çok iyi bir liderdi” diyor.”
Peki Şehzade Efendi bayan gazeteciye nasıl bir not vermişti dersiniz? Buyurun, geçen Eylül’de yayımlanan Şehzadenin Yüzyılı adlı hatıratından birkaç satırı beraberce okuyalım:
“Türkiye’nin en önemli gazetelerinden birinin genç ve zeki bir muhabiri New York’ta benimle röportaj yaparken ülkemizin geçmişine dair basit birkaç tespitte bulundum. Genç kızın söylediklerim hakkında en ufak bir fikri yoktu. Bunu farkettiğinde okulda bu tür temel tarihi hakikatlerin öğretilmemesinin ne kadar büyük bir utanç olduğunu söyleyerek özür diledi.”
Gazeteciler yazıp geçer ama tarihî şahsiyetler hüküm verir.
Yazarımız Mustafa Armağan 2004 yılındaki ziyaretinde merhum Şehzade Osman Ertuğrul Efendi ile Şehzade Harun Efendi’nin arasında.